BAZI SÖZLER İRİTE EDER

Sizce de doğru mu, bazı sözlerin irite ettiği?

“Geçmişi geride bırakabilir ve herkesi affedebilirsin” desem mesela😊

Kendi adıma bu “affetme” lafına uzunca bir süre ısınamadığımı söyleyebilirim. Bana bir sürü şey yapmış, haksızlık etmiş, kalbimi kırmış insanları nasıl affedebilirdim ki? Bence affedilmesi mümkün olmayan durumlar vardı ve hatta “affettim” diyenler de yalan söylüyordu.

Kendimle ilgili çalışırken bir noktadan sonra bir şey keşfettim. İnsanların affetmek dedikleri kavramla benim anladığım affetmek farklıydı.

Bence affetmek, olumsuz hiçbir şey olmamış gibi, ilişkiye sorun olmadığı dönemdeki şekliyle devam etmekti. Yaşananları silmekti adeta. Bazı olaylarda bu mümkündü tabii ki. Arkadaşınla tartıştın, sonra karşılıklı konuştun özürler dilendi, kalpler yumuşadı ve affedildi, olanlar unutuldu. Bu kafamdaki mümkün affetme kalıbıydı.

Ama bu kadar basit olmayan konular da vardı. Mesela, küçük yaşta annesi ya da babası tarafından terk edilmiş bir çocuk onları nasıl affedebilirdi? Yıllar sonra hiçbir şey olmamış gibi bir sıcaklıkla bu ilişkiye devam edilemezdi ki.

İki affetme kavramının farkını anladım demiştim ya, bunun nasıl olduğundan başlayayım.

“Affetmek, o kişiyle ilişkiye tekrar başlamayı gerektirmez, istersen bir daha onu hayatına hiç almayabilirsin” lafını ilk duyduğumda algıladım bu farkı. Çünkü bu öyle bir sözdü ki, affetmek ve bir daha görüşmemek bir aradaydı. Affettiysem neden görüşmeyeyim ki? Affetmek, ortada sorun kalmadı demek değil miydi? Ya da affettim demek karşılıklı sarılmak değil miydi? Değilmiş…

Neymiş peki?
Bir örnekle anlatmaya çalışayım.

Fırında bir şey pişirdin ve fırından çıkarttığın sıcak kabı yanlışlıkla elinle tuttun (bunu bir ben yapmıyorumdur herhalde 😊) ve elin yandı. Canın acıyor. Öncelikle yapılan ilk hareket ne olur? Elini sıcak kaptan ayırmak, yani ondan uzaklaşmak. Bunu refleks olarak yaparsın, bazen kap kırılır, bazen içindekiler dökülür hatta. Elinden atarsın çünkü.

Yani canımızı yakan şeye karşı ilk tepkimiz o acıyı bitirmek ya da yarayı daha derin hale getirmemek için acı veren şeyden uzaklaşmaktır. Gayet insani ve kendini koruma amaçlı bir tepkidir.

Elimiz yerine kalbimiz acıdığında da bu olur. Öncelikle uzaklaşmak isteriz. Ve bu çok yerinde bir tepkidir. Çünkü fiziksel bedenimiz gibi, duygusal bedenimizi de korumak isteriz.

Yanan elimiz, yani fizik bedense bir süre sonra iyileşmeye başlar, beden kendini onarır, iyileştirir. Sağlıklı ilerleyişte beklenen budur.

Duygusal tarafta da olayın aynı fizikselde olduğu gibi ilerlemesi ideal olandır. İşte AFFETMEK denen kavram bu noktada ortaya çıkar. Çekilen acıya takılı kalmamak, “ah şu sıcak kap da bana neler çektirdi, amma canımı yaktı, ben bunu hak etmiş miydim, sadece yemek pişiriyordum” demek yerine “canım acıdı, ama geçti” diyebilmek bu duygusal yarayı onarmak anlamına gelir.  Fiziksel bedenin kendini onarması gibi, duygusal yaranın da iyileştirilmesidir affetmek denilen.

Elimiz yandı diye fırın kullanmayı bırakmıyoruz hiçbirimiz. Fırını evden atmıyoruz, düşman da ilan etmiyoruz. Sadece daha dikkatli olmaya başlıyoruz sonrasında. Tepsi sıcak, dikkatli olayım deyip kendimizi koruyoruz. Konu fırın değil, onu doğru şekilde kullanmayı öğrenmek oluyor.

Yani özetle söylersek, affetmek olanları yok saymak değil, olayın duygusunda takılı kalmamak anlamına geliyor bugün anladığım kadarıyla.  Sonrasında alacağımız tedbirler, kendimizi benzer durumlardan korumak için gelişmemize, daha geniş bakış açıları kazanmamıza vesile oluyor.

“Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozunu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır. Niye kederlenirsin?” demiş Mevlâna.

İşte tozumuzu alacak görevliler geliyor da diyebiliriz canımızı yakan durumlara.

Her kavramın zaman içinde açılan daha derin anlamları olduğuna inanıyorum. Onun için bugün anladığım kadarıyla dedim yukarıda. Çünkü dün anladığım affetmek başkaydı, bugünkü başka. Yarınkinin de farklı olma ihtimalini göz ardı edemeyiz.

Sevgiyle kalın…
Senem ÖZKAN
Nisan 2024

İLGİNÇ BİR TECRÜBE: KARANLIKTA DİYALOG MÜZESİ

Gayrettepe Metro İstasyonuna yolu düşenler bilir, Metro’ya inerken merdivenlerin yanında “Diyalog Müzesi” vardır. Yıllardır defalarca önünden geçtiğim, internetten araştırıp “bu tecrübeyi deneyimlemek istiyorum” dediğim ama ayaklarımın bir türlü gitmediği bir yerdi burası. Farklı ve etkileyici bir tecrübe olacağını içten içe tahmin ediyormuşum galiba.

Birkaç gün önce gayet spontane bir biçimde kendimi orada buldum. Yanımdaki arkadaşımla beraber “haydi yaparız” deyip birbirimizi cesaretlendirerek müzenin Karanlıkta Diyalog bölümü için biletlerimizi aldık ve içeri girdik.

Kısaca açıklamak gerekirse, Karanlıkta Diyalog Müzesi yaklaşık 1 saat boyunca, yanınızda görme engelli bir rehber eşliğinde simsiyah bir İstanbul gezintisi yapmanıza olanak sağlıyor. Boğazda vapura biniyor, Taksim’de tramvay yolculuğu yapıyor, sokaklarda, semt pazarında geziyor, sinemada film izliyorsunuz. Aslında bildiğiniz bir şehri, bilmediğiniz bir şekilde tecrübe ediyorsunuz.

İçeri girerken görme engellilerin kullandığı bir baston veriliyor öncelikle. Burası kısmen aydınlık bir giriş bölümü. Bastonu nasıl kullanacağınızla ilgili ufak bir bilgi veriliyor ve daha karanlık olan iç kısma geçmeye başlıyorsunuz.

Bizim grubumuz 4 kişiydi. İçeride görme engelli rehberimiz Özden Çetin bizi karşıladı. Karşıladı diyorum ama sesiyle karşıladı diye detay vermek iyi olur. Çünkü içerisi zifiri karanlık olduğundan siluet olarak bile hiçbir şey görmemiz mümkün değildi. İlk saniyeler “bu karanlıkta 1 saat nasıl geçecek” dedim açıkçası. Görmeden adım atmanın ne kadar zor bir şey olduğunu size anlatmam mümkün değil. Gezi boyunca sağ ya da solunuzdaki duvara bir elinizle dokunarak o duvarı takip ediyorsunuz. Bastonun olduğu eliniz de değişebiliyor. Belki bunu okurken “ne var canım duvarın yanından yürümüşsün” diyebilirsiniz. Ama inanın durum bu kadar basit değil. Hiçbir şey görmeden yürümek çok ama çok zor.

Sonra birkaç adım da olsa duvara dokunmadan adım atmanız gereken yerler de var. Uzay boşluğunda hareket etmeye çalışır gibi hissediyorsunuz. Uzay boşluğunda hareket etmek nasıl bir şey, bunu bilmiyorum tabiki😊 ama bu şekilde tanımlamak doğru gibi geldi. Göremediğiniz için hiçbir referans noktanız yok çünkü. Özden Bey’in ya da gezi arkadaşlarınızın seslerine odaklanıyorsunuz. Boşlukta ilerlerken ellerimi bir şeye dokunmak umuduyla sağa sola savurduğum anlarda, önde ilerleyen arkadaşımın montuna dokunduğumda hissettiğim mutluluğu anlatamam😊

Özden Bey bu gezi sırasında bize çok önemli bilgiler verdi. Aslında yazının amacı fırsatınız varsa bu müzeyi lütfen gezin demek. Ama gezme imkânınız yoksa da lütfen buradan itibaren yer alan birkaç satırı dikkatlice okumanızı rica ediyorum.

Yolda görme engelli bir kişiyle karşılaştığınızda;

  • Ondan izin almadan fiziksel temasta bulunmayın, ona dokunmayın.
  • Öncelikle adınızı söyleyin, eğer isterse yardım edebileceğinizi belirtin. “Adım … , ben … yönüne gidiyorum, size yardım etmemi ister misiniz?” gibi cümleler kullanabilirsiniz.
  • Mümkün olduğunca uzun konuşun ki, sesinizden sizin iyi niyetli yaklaştığınızı anlayabilsin.
  • Yardım isterse kolunuza girebileceğini belirtin. Siz onun koluna girmeyin ya da elinden kolundan tutup çekiştirmeyin.

Bunlar ufak ama görme engelliler için çok önemli noktalar. Şehirlerimiz onların rahatça hareket etmesi için çok uygun değil. En azından bizler nasıl yaklaşacağımızı öğrenirsek, hayatlarının biraz daha kolaylaşmasına katkı sağlayabiliriz.

Bu güzel tecrübe için emeği geçen herkese çok teşekkür etmek istiyorum. Bazı şeyler sadece seyrederek anlaşılmıyor, tecrübe etmek ayrı bir farkındalık getiriyor. Siz gidin, çocuklarınızı götürün.

Bu arada buraya gezi düzenleyen okullar da varmış. Çocuklara bu farkındalığı kazandırmak gerçekten önemli.

Müzenin bir de Sessizlikte Diyalog kısmı var. Burası da yakın zamanda gideceğim yerler arasında.

Eğer siz de benim gibi 10 senedir açık olan bu müzeye henüz gitmediyseniz hatırlatmış olayım.

İncelemek isterseniz
https://www.istanbuldiyalogmuzesi.org/

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Mart 2024

DENGEDE KALMAK

Bu ara takıldım bu denge konusuna😊
Denge değil de “dengede kalmak” kısmı aslında takıldığım.
Dengede kalmalıyım.
Dengede nasıl kalırım?
Eyvah, dengem bozuldu galiba… gibi hallerimiz yani.

Fiziki faktörler için denge; sabit durma hali anlamına geliyor. Yani bir masanın dengede olması, ayakları üzerinde devrilmeden durabilmesi demek oluyor mesela. Eşyalar için geçerli olan bu tanımı insanlara uygulamaya çalışınca işler karışıyor.

İnsan sadece fiziki bir varlık değil. Duyguları, düşünceleri, inançları ve ruhu var. Hatta ruhçuluğa göre insan “bedene sahip bir ruh.” Onu sadece fiziksel bir obje olarak kabul edemeyiz. Maddeyi kullanan bir ruhu, sadece madde kısmından değerlendirirsek hataya düşeriz. Yani ayakta durabilen bir insan dengededir diyemeyiz. Peki yıkılmayan bir masaya dengede derken, hangi durumdaki insana dengede diyeceğiz?

İşte bu noktada farklı bir denge tanımına bakmak gerekiyor artık.

“Denge, birbirine zıt olguların kısa süreli, uzun süreli ya da kalıcı olacak biçimde sabit bir yapı oluşturmasıdır.”

“Zıt olguların oluşturduğu bir yapı” tanımı çok hoşuma gidiyor. Çünkü içinde düalite var, yani her şeyin çift taraflı olması kavramı. Hava sıcaklığını ele alalım. Sıcak var, ama karşısında bir de soğuk var. Günlük hava değişimleri belli bir aralıktaysa havayı dengeli gidiyor kabul ediyoruz. Diyelim ki, kış mevsimindeyiz, hava bugün yağmurlu ve 5 derece. Yarın da yağmurlu ve 3 derece. Ertesi gün tekrar 5 dereceye çıktı, sonraki günse bulutlu ve 7 derece. Bunu havanın dengeli gidişi olarak algılıyoruz. Yani artı veya eksi belli oranlarda değişmesine denge diyoruz. Sıcaklığın sabit kalmasını beklemiyoruz.

Ama hava 5 dereceden ertesi gün 18 dereceye yükselirse “havalar da çok dengesizleşti” diyoruz. Yani hava için denge dediğimiz şey, sıcaklıkların belli bir aralıkta seyretmesi. Dikkatinizi çekerim, sabit kalmasını beklemiyoruz. Belli bir aralıkta değişmesini denge kabul ediyoruz.

İnsan için de durum benzer. Onun da belli bir aralıkta seyretmesi gayet kabul edilebilir bir hal. Hepimiz hava durumu gibiyiz, günleri bırakın saatler içinde pek çok hal yaşıyoruz, duygu, düşünce durumlarımız değişiyor. Ama bu bizim doğamız gereği olan bir durum olduğundan bunu sabitlemeye çalışmak boşa bir çaba. “Şu halim iyi, bunu koruyayım o zaman” diyoruz mesela. Hayır, üzgünüm koruyamazsın.

“Faaliyet, hayatın mayasıdır” diyor Bedri Ruhselman.

İnişler ve çıkışlar dünya hayatının kuralı. Böyle ilerleyebiliyoruz. Yani bizim dengemizi koruma dediğimiz bir hâle sabitlenme hedefimiz genelde atalete düşme hallerimizi getiriyor. Atalete düşmek de hayatı rölantiye almak ve zamanı boşa geçirmek anlamına geliyor.

Yol alması gereken bir arabayı park edip aman yolda kaza yapmayayım diyen şoförler oluveriyoruz bir anda. Hedefe ulaşmak için o riskleri göze alıp yolda ilerlemek gerektiğini atlıyoruz.

İnsan için dengede olmak, bir halde sabitlenmek değil belli bir aralıkta salınmak bu durumda.

Kalbin belli bir ritim aralığında atarak bedenin hayatta kalmasını sağlaması gibi, biz de belli bir aralıkta dolaşarak hayata devam etmeliyiz. Şartlara, ihtiyaca, zamana göre değişmeli, yeni tecrübelerden kaçmamalıyız.

Değişim içinde dengede olunabileceğini doğayı izleyerek de hatırlayabiliriz. Bir ağacı seyredebiliriz mesela. Yazın çiçekleriyle mutlu olan bir ağaç nasıl ki o haline tutunma çabasına kapılmıyor ve sonbaharda üstündekileri bırakmaya razı oluyorsa, biz de yeni hallerle de iyi olabileceğimizi idrak edebiliriz.

Ani iniş ya da çıkışlar dengesizlik olarak algılanabilir tabii ki. Aynı hava sıcaklığındaki ani değişimler gibi. Ama ufak salınımlarda korkulacak bir durum yoktur. Yola güvenle devam edilebilir. Hatırlamakta fayda var.

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024

BİR BİLMECE

İnstagram’da takip ettiğim bir hesabın dün paylaştığı bilmece bu gördüğünüz. Siz sever misiniz bilmem ama ben severim böyle şeylere kafa yormayı. Görünce dayanamadım tabi, cevap ne diye çabaladım kendimce. Bir cevap buldum, ama yazmadan önce yorumlara yazılan cevaplara bir bakayım dedim,. Benle aynı cevabı bulan var mı diye sağlama yapmak istedim belki ya da saatler önce yayınlanan post’un altında doğru cevap açıklandıysa cevap yazmanın gereksiz olduğunu düşündüm.

Yorumları okumaya başlayınca “aaa arada çarpı varmış” oldum önce. Sonra diğer fark etmediklerim izledi bunu. Her yorumla bulduğum sonuç değişmeye başladı. En son bir basamak da ben ekledim yazılanlara ve bir cevap yazdım. Birkaç saat sonra cevap açıklandı ve benimkinin doğru olmadığı anlaşıldı😊

Sonra şunu düşündüm, o doğru cevabı veren de önceki yorumlardan aldığı ipuçlarıyla ilerledi belki doğru sonuca. Yani doğru cevap bir kişiden gibi görünse de aslında oraya yorum bırakan birçok kişinin payı vardı varılan noktada. Ama bir kişi “ben bildim” dedi, diğerleri “ben bilemedim” diye düşündü.

Payımız olan başarılar için de gururlansak ve “ben yapamadım” demeyi bıraksak ne güzel olur değil mi?

Birini bitiş noktasına taşımaya yardım etmek de çok değerli. Başarının parçası olmak yani. Başarmak, sadece tek başına başarmak mıdır? Ne dersiniz?

Bu arada merak edenler için adım adım ipuçları ve cevap aşağıda:

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Son adımda çarpı var. İşlem sırasına dikkat😊

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Çocuğun elindekilere dikkat😊

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Çocuğun ayakkabıları😊

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Cevap:
Tek ayakkabı= 5
Çocuk+2 külah+2 ayakkabı=5+4+10=19
Külah=2
5+19×2=43

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024

DENGEYE GELEBİLMEK

 

Bir yazı okuyoruz ve diyoruz ki, “aynı ben.” Ya da okuyoruz ve üstünde hiç durmuyoruz. Çünkü kendi halimizle bir benzerlik kuramıyoruz. Yani bizi hiç anlatmayan yazılar da çıkıyor karşımıza.

Dün bir Selin hikayesi ekledim bloğa. Okumadıysan buradan ulaşabilirsin https://senemozkan.com/soz-agizdan-bir-kere-cikar/  Kararlarını değiştirmekte zorlanan, bu konuda katılaşmış bir Selin vardı yazıda. Okuyan kişi de kararlarını değiştirmekte zorlanıyorsa konu ilgisini çekti muhtemelen. Ama çeşit çeşidiz bu dünyada. Kimimiz kararlarını değiştirmekte yani esnemekte zorlanırken, kimimiz verdiği kararları uygulamakta zorlanıyor. Selin esneyemiyor, antiSelin irade kullanamıyor, kararlarını hayata geçiremiyor.

İkisinin de ortak noktası, değiştirmeleri gereken bir konularının olması. Ama ihtiyaçları ve değişimi gerçekleştirmeleri gereken yön birbirinin tam tersi. Günlerce evde oturmuş birinin dışarı çıkmaya; günlerdir eve uğramamış, dışarıda zaman geçirmiş birinin evde kalmaya ihtiyaç duyması gibi.

Yani hangi durumda fazla kaldıysak, dengelenmek için ihtiyaç duyduğumuz mevcut halin tam tersi oluyor her zaman. Fazla kuruyan bir çiçeğin suya ya da fazla sulanan bir çiçeğin bir süre susuz bırakılmaya ihtiyacı olması gibi.

Uygun hareketi bulabilmek içinse önce mevcut durumun doğru tespit edilmesi önemli. Yani “o çiçeğin su durumu nedir?” sorusuna gerçekçi bir cevap bulmuş olmalıyız ki, ona iyi gelecek tavrı takınabilelim.

Bu durum kendi hallerimiz için de geçerli.
“Ben ne haldeyim?”
“Şu an neye ihtiyacım var?”
Sorup cevabını bulmak için emek harcamamızı gerektiren sorular.

“Ben ne haldeyim?”
Yorgunum.
“Şu an neye ihtiyacım var?”
Dinlenmeye, yalnız kalmaya…

Hayat bir tahterevalli gibi.
Yorgunsak tahterevallinin bir tarafı ağır basıyor ve dengesi kaybolmuş oluyor. Yapmamız gerekense diğer tarafa biraz ağırlık eklemek, yani dinlenmek ve tahterevalliyi tekrar dengeye getirmek.

Yorgunsak dinlenmek,
Fazla hareketsiz kaldıysak hareket etmek,
Karnımız acıktıysa yemek yemek,
Islandıysak kurulanmak…
Tersiyle dengelenmek hayatın kuralı.

“Çok gülersen, çok ağlarsın” sözü geliyor aklıma.
Aynı mantık değil mi? Tahterevalliyi düşün.
Bu söz, aman çok gülmeyelim ki, sonra da çok ağlamayalım demek değil aslında. Gülelim tabii ki, ama dengeyi bulmak için ağlamak gerektiğini de unutmayalım. Denge için ikisi de gerekli. Zaten bunları yapmayalım demek, yaşamamak anlamına geliyor. Yaşamanın kuralı, gülmekten de ağlamaktan da geçmek.

Bizlerin amacı işte bu tahterevalliyi dengede tutabilmek. Ama bu öyle bir tahterevalli ki, denge noktası da sabit değil. Sağa ya da sola kayabiliyor. Duruma, olaya, zamana, anlık kararlara göre o denge noktası sürekli değişiyor. Değişiyor ama dengeye geldiği bir nokta her zaman var. Maharet bu ayarı yapabilmek.

Denge noktasını bulabilmek için hep denemek işin olmazsa olmazı. Bildiğimizden, hep yaptığımızdan, alışık olduğumuzdan farklısını denemek. 3 senedir katıldığım Tarık Arıkdal derslerinden aklımda en çok kalan şöyle bir söz var:

“Yapmadığını yap, sevmediğini sev.”

Hayatın formülü sanki:

YAPMADIĞINI YAP, SEVMEDİĞİNİ SEV.

Yani tersiyle dengeye gelmeye çalış.

Yeniyi denemeye cesaret ve enerjimizin bol olduğu günlerimiz olsun.

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Ocak 2024

BEN YAPARIM…

 

Benim yaş grubum “kendi ayaklarının üstünde dur kızım” diye büyütülen bir jenerasyon. “Oku, çalış, her işini tek başına yapabil, ekonomik özgürlüğün olsun” lafları içimize işlemiş durumda.

Hatta bu nasihat o kadar kulağımızda ki, bunları yapmış olsak da yapamamışız gibi hissediyoruz ya da elimizden giderler diye ödümüz kopuyor. Bir kısmımız kendimizi bu vasıflarla tanımlar hale gelmiş durumdayız.

Mesela, hayali bir kahraman yaratalım sizle. Anne-babasının “aman kızım bir mesleğin olsun, çalış, paranı kazan, kimseye muhtaç olma” söylemleriyle büyümüş bir Filiz’imiz olsun.

Filiz ailesinin nasihatlerine harfiyen uymuş, güzel bir meslek edinmiş.  Ekonomik durumu iyi, kendi evinde yaşıyor. Hatta bir süredir bir kedisi var, keyifleri yerinde. Sonra bir gün Filiz aşık oluyor ve evleniyor. Artık Filiz, eşi ve kedisi aynı evi paylaşan yeni bir aile oluyorlar.

Filiz yeni ev düzenine alışmakta biraz zorlanıyor. Çünkü evde her şeyi tek başına yapmaya alışık. Bu işler ona zor bile gelmiyor.

O mutfakta yemek hazırlarken yanına gelip yardım etmek isteyen eşine “ben yapıyorum, yardıma gerek yok” diyor.

Eşi kedinin kumunu temizleyecek oluyor, Filiz “ben yaparım, sen bırak” diyor.

Beraber alışverişe gidiyorlar, eşi poşetleri taşıyacak, Filiz “ben taşıyorum, yardıma gerek yok” diyor.

Gerçekten de yardıma ihtiyacı yok, Filiz bunların hepsini tek başına yapabiliyor.

Atladığı nokta şu; tek başına yapabilme yeteneğine, gücüne sahipken de sorumluluklar paylaşılabilir. İşleri paylaşması bunları tek başına yapamadığı anlamına gelmiyor. Beraber yaşamanın güzelliği paylaşmak.

İhtiyacı olduğundan değil, sadece beraber yapmak için paylaşmak.

Ama Filiz paylaşırsa, tek başına yapma yetisini kaybedeceğini zannediyor. Tek başına ayaklarının üstünde durmayı belki de her gün ispatlaması gereken bir konu olarak görüyor.

Nasıl ki bisiklete binmeyi öğrenmiş biri artık bisiklete binmeyi biliyordur. Bisiklet sürmesi konusunda her gün bunu gösterip bir ispat yapmasına gerek yoktur. Öğrenmiştir ve konu kapanmıştır. Hayatının sonuna kadar aylarca, yıllarca bisiklete binmese de bisiklete binmeyi biliyorum diyebilir. Kendi ayaklarının üstünde durmak da benzerdir. Belli bir süre bunu yaptığınızda konu ispatlanmıştır ve ölene kadar her günü bu ispatla geçirmeye gerek yoktur.

“Ben bu işi tek başıma da yapabilirim ama seninle paylaşmak istiyorum” demek ortak hayat sürmenin gereğidir.

Ama maalesef bizler bu noktayı kaçırıp ilişkilerde her şeyi tek başımıza yapma çabasına girişebiliyoruz. Gelen yardım taleplerini reddediyoruz. Bir yerden sonra da doğal olarak yardım talebi gelmemeye başlıyor. Sonrasında “ben bunları neden tek yapıyorum” diyerek karşı tarafı suçlayabiliyoruz.

Eğer “neden beraber yapmıyoruz?” dedikleriniz varsa, tekrar düşünmekte fayda var…

Sevgilerimle.

Senem Özkan
Ocak 2024

 

İLİŞKİLER ÜZERİNE HARİKA BİR KİTAP

ASLINDA ÖYLE DEĞİL-AYLİN ALGUN

Salı akşamları Kitap Kulübü günümüz.

Aylin Algun’un “Aslında Öyle Değil” kitabını okuyoruz iki haftadır. Kitabı yarıladık.

Toksik ilişkilerle ilgili çok etkili bir anlatımı olan, herkesin kendinden bir parça bulacağına emin olduğum bir kitap. Hayat dediğimiz şey ilişkilerle örülmüş bir kavram. Her birimiz sürekli farklı ilişkiler içindeyiz. İş, okul, ailedeki ilişkiler, arkadaşlık ilişkileri, romantik ilişkiler…

Kitap romantik bir ilişki yönünden bakıyor konuya. Ayça ve Mehmet başrolde. Önce tanışma hikayelerini dinliyoruz. Güzel prenses ve beyaz atlı prens formatında bir girişi var kitabın bu kısmının. Bizi içine çekiyor, kitabın toksik bir ilişkiyi anlattığını bilmemize rağmen içimizi ısıtıyor bu sahneler. Ayça’nın heyecanını hissediyoruz. Ama hikaye ilerledikçe duygu ve düşüncelerimiz değişmeye başlıyor. Hatta bazı yerlerde sinirleniyoruz. Bazen Mehmet’e kızıyoruz nasıl böyle saçmalayabilir diye, bazense Ayça’ya. Ayça’ya kızma sebebimiz yaşadıklarına gerekli tepkileri vermemesi, kendinden şüphesi, suçluluk duygusu, sınırlarını koruyamaması…

Kitap Kulübünde üzerinde konuştuğumuz konulardan birkaçını paylaşmak istiyorum sizlerle de. Bu tarz paylaşımların değerli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizler Ayça ve Mehmet’i konuşurken aslında kendi ilişkilerimize de bakmış oluyoruz. Sadece bir hikaye okumuyor, bizde durum ne diye sorguluyoruz. Fayda sağlaması dileğiyle…

  • Mehmet, ilişkinin başlarında Ayça’nın geçmişi ile ilgili çok fazla soru sorup bilgi toplama çabasında. Sorularına cevap alırken kendince yorumlar yapmaktan da geri durmuyor. Ayça ise soruların bir kısmının fazla detay olduğunu fark etmesine, yorumlardan rahatsız olmasına rağmen, rahatsızlığını ifade etmek yerine, aralarında kurulduğunu düşündüğü uyumu bozmamak adına susmayı tercih ediyor.

Burada kitaptan ufak bir alıntı yapalım.

Ayça’nın eski sevgilisiyle ilgili bir sohbet an’ı (s.64):

“Bütün yaz sende mi kalıyordu yani?” diye soruyor. Tonunun hafifçe gerginleştiğini, sanki sorgular gibi bir hal aldığını fark ediyorum.

“Hayır, biz Ela’yla (kızı) o evde yazları beraber kalırız, annem de müsait oldukça kalır. Ahmet teknesinde kalıyordu.”

Mehmet’in gözlerinde çakan şimşekleri görüyor gibiyim. Gözlerinde sanki öfke fark ediyorum ama bir anlam veremiyorum. Belki de kıskanç biri…

“Tam bir züppeymiş yani,” diyor söylenir gibi sesini iyice kısarak. Şaşırıyor ve duraksıyorum.

“Yani onun da kendine göre zor huyları vardı ama… Varlığını yoğun çalışma ve gayretle kazanmış biriydi,” diyorum çekinerek.

“Bırak Allah aşkına öyle şımarık herifleri savunma bana,” diyor, bastırmaya çalıştığı hınç sesinde seziliyor.

Onunla ilgili hiçbir deneyimi olmadan, onu hiç tanımadan nasıl böyle düşmanca yargılayabiliyor? Aslında rahatsız oluyorum ama aramızdaki uyumlu akışı bozmamak için içimdeki insani sesi susturmayı seçiyorum.

Bir ilişkinin içinde belki de önemsiz bir detay gibi görülebilecek bir an. Ama konu önemli. Çünkü bir sınır ihlali var.

Okullarda çocukları akran zorbalığıyla ilgili bilinçlendirmeye çalışıyorlar son yıllarda. Biz yetişkinler de sınır ihlalleriyle nasıl başa çıkacağımızı öğrensek harika olur, gerçek yetişkinliğe bir adım daha yaklaşmış oluruz muhtemelenJ

Bu sahnede, Ayça diyalogdaki sıkıntıyı fark etmiş olmasına rağmen içinden gelen tepkiyi vermiyor. Çünkü uyumsuz ve sorun çıkaran taraf olmak istemiyor. Uyum sağlamanın iyi bir davranış olduğunu öğrenmiş durumda çünkü.

Bazen uyumsuz ya da oyun bozan olmayı, onaylanmamayı, beğenilmemeyi göze almak bize bir şeyler kaybettirecek zannediyoruz. Ama durum tam tersi, kaybetmeyeyim diye susarken farkında olmadan kaybediyoruz. Kazanmanın yolu ise kaybetmekten korkmadan kendini ortaya koyabilmek oluyor çoğu zaman.

  • Her ilişkide olduğu gibi Ayça ve Mehmet de karşılıklı olarak birbirinden besleniyor tabiki. Bir alışverişteler bir anlamda. Ayça prenses gibi hissetmeyi, değer görmeyi, mükemmel olduğunu duymayı satın alıyor. Mehmet’se güçlü olduğunu hissediyor, bir kadının gözünde kahraman rolüne bürünüyor.

Herhangi bir alışverişte bile aldığımıza karşı ödediğimiz bedelin ne olduğuna bakarız. Fayda-maliyet analizi yaparız. İlişkilerde de aldığımıza karşılık ödediklerimize bakmakta fayda var.

Mehmet’le ilişkisinde Ayça’nın aldıkları vardı, ama bunlar ona pahalıya patlıyordu. Çünkü karşılığında özgüveni, gerçeklik algısı, insanlık onuru gibi değerleri zarar görüyordu. Ve bunlar ödenen büyük bedellerdi.

  • Konuştuğumuz önemli başka bir konu da olgunlaşmış ve olgunlaşmamış sevgi kavramlarıydı. Yine kitaptan bu konuyla ilgili birkaç alıntıyla devam edelim (s. 139-140)

Olgunlaşmamış sevgi, “seni seviyorum, çünkü sana ihtiyacım var” der. Olgunlaşmış sevginin söylediği ise “sana ihtiyacım var, çünkü seni seviyorum’dur.” Erich Fromm

Olgunlaşmamış sevginin önceliği, tahsilatçılıktır. İçimdeki boşluğu, geçmişimden taşıdığım duygusal açlığı öteki üzerinden doyurmaya çalışırım.  

Olgunlaşmamış sevgide, öteki aslında nesneleştirilmiştir. İhtiyaç karşılamak üzere bir objedir, bir araçtır. Oysaki her insan eşsiz ve biriciktir. Ancak olgunlaşmamış sevgide böyle bir temel yoktur. İhtiyaçları karşılayan herkes diğerinin yerini alabilir.

Olgunlaşmış sevgide kimse, kimsenin yerini tutamaz. İlişki, tarafların insani biricikliği görülerek ve onurlandırılarak yaşanır.

Karşı tarafın eşsizliğine ve biricikliğine saygıyla yaşanan olgunlaşmış sevgide, karşı tarafı değiştirme, kısıtlama, sınırlama savaşına girilmez. Onu, olduğu haliyle kabul ederek ilişkiye başlanır.

Biz bu bölümdeki tanımların ne kadar ütopik olduğunu konuştuk açıkçası. Teoride kulağa harika gelen ama pratikte ne kadar yaşandığı tartışılır olan hususlar olarak yer buldular bizde. İlişkilerde ne kadar kör topal ya da el yordamıyla ilerlediğimizi düşündürdü bu satırlar.

İlişkiler çoğumuzun yaralı konusu. Kitap Kulübümüzün okunmasını ve üzerinde düşünülmesini kesinlikle tavsiye edeceği kitaplarından biri oldu “Aslında Öyle Değil.”

Siz de ilişkiler konusunda kendinize bakmak isterseniz alınız, okuyunuz, üstüne düşününüz 🙂

Sevgilerimle.

Senem Özkan
Ocak 2024