HAYIRLISI…

Cuma akşamı eve döndüğünde, elleri ve yüzü buz gibiydi. Bugün hava çok soğumuştu. Yarın da kar bekleniyordu. İçeri girdiğinde, kapıyı kilitleyip pazartesiye kadar hiç açmamaya kararlıydı. Gelirken markete uğrayıp ihtiyacı olan her şeyi almıştı. İçerisi sıcacıktı. Aldıklarını yerleştirirken demlenen çayını alıp televizyonun karşısındaki üçlü koltuğuna yerleşti. Üstüne polar battaniyesini aldı. Kışın ev sevdiği yanı, bu anlarıydı.

Evi, çok geniş sayılmayan bir 1+1’di. Kedisi Pamuk’la ikisine yetiyordu. O bu koltuğa her yayıldığında Pamuk da ayak ucuna yerleşirdi. Şu anda da kural bozulmamıştı.

Televizyonu açmak yerine dün okumaya başladığı Aylin Algun’un “Aslında Öyle Değil” kitabını eline aldı. Kitap, bir gün önce iş çıkışı uğradığı kitapçıda dolaşırken dikkatini çekmişti. Arka kapaktan anladığı, kitabın bir roman olduğuydu. Ayça ve Mehmet adlı çiftin hikayesiydi anlatılan. Toksik bir ilişki diyordu bu ilişki için. Son dönemde sık duyduğu bir kavramdı ama ne olduğuyla ilgili çok da bilgisi yoktu. Okumaya karar verdi ve aldı kitabı.

O gün kitabın sadece giriş bölümünü okuyabildi. Bu birkaç sayfadaki cümleler bile onu çok etkilemiş ve bütün gece kafasında dönmüştü. Toksik ilişki tarifi şöyle yapılmıştı bu sayfalarda:

İnsanın yakın ilişkisinde her geçen gün zehirlenmesi, zehirlendiğini de çoğu zaman fark edemediği bir dinamikte sürüklenmesi ve bu durumunu genelde “yoğun bir sevgi, aşk, vazgeçememe hali” gibi kelimelerle tanımlayarak içinden çıkılmaz bir hale düşmesi anlamına geliyor.    

Tanımda dikkatini çeken farklı ifadeler vardı. İlki; aşkın zehirlemesiydi.

Zehirli aşk kavramı, zehirli sarmaşığı düşündürdü ona. Aşk kelimesinin kökeninin, Arapça sarmaşık kelimesinden geldiğini duymuştu. Hatta biraz daha araştırınca, bazı kaynaklarda zehirli sarmaşıktan geldiğinin söylendiğini gördü. Aşk denilen şeyin zehirleyebilmesi çok da şaşırtıcı değildi bu durumda. Kelime anlamında bile bu zehrin ipucu vardı.

Tanımdaki ikinci dikkat çekici nokta, her gün zehirlenmek ve zehirlendiğini fark edememek kısmıydı. Bu Selin’e “Haşlanan Kurbağa Sendromu”nu hatırlattı.

Bu deney şöyle anlatılır:

Bir kurbağayı kaynayan bir suyun içine atarsanız, kurbağa kendini dışarı atar. Çünkü doğal olarak canı yanacaktır. Ama aynı kurbağayı soğuk suya koyar, sonra da suyu yavaş yavaş ısıtırsanız, kurbağa değişimi algılayamayacak ve duyarsız kalacaktır. Bu duyarsızlığının sonu ise ölü ve haşlanmış bir kurbağaya dönüşmesi olacaktır.”

Dünden beri bunu düşünüyordu. Yavaş yavaş zehirlenirken, zehirlendiğini fark edemediği durumları. Bir terslik olduğunu ona duyurmaya çalışan iç sesini bastırmaya çalışıp idare etme çabasını. Aman şimdi sorun çıkmasın, tadımız kaçmasın, ortam gerilmesin, yargılanmayayım, sorunlu görünmeyeyim gibi pek çok cümlenin arkasından gelen ve onu duruma uyumlanmaya iten hallerini.

Son dönemde işyerinde yaşadıkları da konuyu sorgular noktaya getirmişti onu muhtemelen. 6 ay önce, çalıştığı bölüme part time bir eleman alınmasına karar verilmişti. Yapılan iş görüşmeleri sonucu genç bir kızda karar kılınmış ve kız işe başlamıştı. Ama iki hafta sonunda, kendisine yaptırılan işlerin işe girerken anlatılanlardan farklı olması ve işyerinden çıkması gereken saatten daha geç çıkması beklendiğinden işten ayrılmıştı. Sonrasında gelen bir kişide de benzer bir durum yaşanmıştı. Ofisin genelde 35 ve üstü yaşlarda olan çalışanlarının ortak görüşü şuydu; “Yeni nesil şımarıktı. Onlar işe ilk girdiklerinde neler yaşamışlar, ama seslerini çıkarmayıp sabretmişlerdi. İş hayatı böyle bir şeydi. Bu gençler ne kadar da sabırsızdı.”

Selin yaşıtlarıyla aynı fikirde miydi bilmiyordu, kararsızdı. Belki de gençler onların yapamadığını yapıyor, bütün hayatlarını iş için yaşamak yerine kendilerine de zaman ayırabilecekleri işler istiyorlardı artık. Ve daha da önemlisi, bu isteklerinin peşinden gitmeye cesaret ediyorlardı. Selin, ebeveynlerinden defalarca duyduğu, “düzenli bir işin olsun, kendi ayaklarının üstünde dur, ekmek aslanın ağzında” gibi laflarla büyümüş ve çalışmazsa açlıktan öleceğini zannetmişti. Yeni nesil onunla aynı fikirde görünmüyordu.

Toksik ilişki kavramında gözüne çarpan diğer kısım ise, yaşanılanın “yoğun bir sevgi, aşk, vazgeçememe hali” olarak tanımlanmasıydı. Tarık’la ilişkisinde yaptığı tanım tam da buydu. Her sorunu birbirlerini çok sevdikleri için yaşadıklarına inanmıştı o dönemler. “Sevgi böyle bir şey olmamalı” sesi içinde hep olsa da, sesi bastırıp devam etmişti bu yoğun sevgiye.

Ayrıldıktan sonra yaşadığı rahatlama onu şaşırtmıştı ilk dönemler. Ne kadar huzursuz yaşadığını, özgüveninin yerle bir olduğunu anladığı günlerdeydi. Belki de bu sebeple tanım onu etkilemişti.

Anlattıklarını çok merak etse de bir gün önce aldığı kitabı o gün de okumaya başlayamadı. Hani bir eşiğe gelirsin de içeri girmen için sadece bir adım atman yeterlidir. Ama durursun orada, çünkü o adımı attığında bir şeylerin değişeceğinin farkındasındır. İşte tam buydu yaşadığı.

Televizyonu açmayı tercih etti. Yeni başlayan bir dizi duymuştu. Onu seyretmek daha cazip geldi. Diziyi seyrederken koltukta uyuyakaldı, kedisi Pamuk’la sabaha kadar sürecek derin uykusundaydı artık.

    *    *    *

Kitabı okumaya cesaret edemeyen Selin’e, O henüz bilmese de sistemin bir desteği olacaktı. Tek başına okumakta zorlanacağı kitabı, ertesi gün instagramda gördüğü ilan sonucu katılacağı bir kitap kulübünde, yeni tanıştığı insanlarla okuyacaktı. Okuyacak, düşünecek, dinleyecek, konuşacak, daha iyi kavrayacaktı. Aylardır sorduğu bazı soruların cevaplarını bulmasına yardım edecekti bu kitap.

Sistem sadece Selin’i değil, herkesi sürekli destekler. Bazen tesadüf denir yaşananlara, bazen mucize, bazense bu neden benim başıma geldi olur ağızdan çıkan. Ne dersek diyelim, sonunda iyi ki olmuş dediğimiz bir an gelir.

Günlük hayatta sık kullanılan “hayırlısı” lafının söylenme sebebi de budur. Hayırlısı, her zaman bizim iyi olarak düşündüğümüz seçenek değildir. Kişi için sonunda en faydalı olacak seçenektir. Yaşanırken sıkıntı verebilir, zorlayabilir ama sonunda kazançlı çıkılacaktır. Sistem anlık değil, uzun vadeli yapar planlarını. Oyunun sonunda hedefe ulaşılması tek pusulasıdır onun.

Not: Aylin Algun – Aslında Öyle Değil kitabıyla ilgili bilgi  https://senemozkan.com/aslinda-oyle-degil-aylin-algun/

Senem Özkan
Şubat 2024

KONU SADECE ARABA DEĞİL

İzlediği videodaki hızla giden araba, Selin’e dün gece gördüğü rüyayı hatırlattı.
“Tarık’la beraber bir arabada gidiyorlardı, arabayı Tarık kullanıyordu. Keyifle giderken bir anda hızlanıyor, Selin korkup yavaş gitmesini istese de Tarık onu dinlemiyor ve O yavaş dedikçe daha çok gaza basıyordu.”

Rüyayı hatırlayınca bugün uyandığında hissettiği gerginlik tekrar kapladı içini. Sabah anlam veremediği gerginliğinin sebebi anlaşılmıştı.

Rüyaya benzer haller ilişkilerinde defalarca yaşanmıştı. Tarık şoförlüğüne laf söyletmezdi. Selin’in ağzından çıkan “Biraz yavaşlar mısın?” lafı, ikisi arasında değişip Tarık’a “iyi kullanamıyorsun, biraz yavaşlar mısın?” olarak ulaşırdı adeta. Konu anlamsız bir tartışmaya döner, sesler yükselirdi ya da Tarık “istiyorsan sen kullan” gibi bir lafla konuyu kapatıp uygun gördüğü hızda gitmeye devam ederdi. Selin rahatsız olsa da bir süre sonra bir şey söylemek yerine konuşmamayı öğrendi.

O yıllarda Selin’in ehliyeti vardı ama araba kullanmıyordu. Aslında istese kendine bir araba alabilirdi, ama araba hevesi hiç olmamıştı. İşe servisle gidiyordu. Onun dışında da Tarık’ın arabası vardı. Dışarıda olduğu her dakika zaten beraberlerdi.

Şimdiyse arabası olmaması onu zorluyordu. İlk günler sudan çıkmış balık gibiydi sokaklarda. Toplu taşıma kullanmayalı uzun yıllar olmuştu. En son üniversitede binmişti otobüse, minibüse, metroya. Yeni açılan metro hatlarınıysa hiç bilmiyordu. İstanbul’a yeni gelmiş gibiydi. Doğup büyüdüğü bu şehri, 33 yaşında tekrar keşfediyordu.

Bazı günler nereye gittiğini bilmeden geziyordu sokaklarda. Genelde yalnız oluyordu bu günlerde. Arkadaşları vardı tabi ki, iş arkadaşları, okul arkadaşları, kuzenleri… Ama hafta sonları onlarla buluşma alışkanlığı yoktu uzun yıllardır. Şimdi bir anda arayıp “haydi hafta sonları müsaitim artık, buluşalım” demeye utanıyordu. Ayrıca yalnız olmak hoşuna gitmişti. Kimseyle uyumlanmaya çalışmadan, tek başına canının istediğini yapmakta henüz acemi olsa da, öğreniyordu.

Tek başına gezdiği bu günlerde bol bol insanları izliyordu. En çok da çiftleri… Kendince bir oyun geliştirmişti. Çiftlerin evli olup olmadığını ya da ne kadar süredir beraber olduklarını tahmin etmeye çalışıyordu. Bu oyunu, her zaman çantasında olan kitabını evde unuttuğu bir günde, bir şeyler içmek için oturduğu kafede bulmuştu. Biraz telefonuyla oyalanmış, ama şarjının azaldığını fark edince elinden bırakmak zorunda kalmıştı. Boş boş etrafına bakınırken arkasındaki masanın konuşmalarına kulak misafiri olmaya başladı. Bir kız ve bir erkek sohbet ediyorlardı. Burçlarından başlayan sohbet, sevdikleri filmlere, müziklere gelmişti. Büyük olasılıkla ilk buluşmalarıydı.

Yaklaşık 1 saat dinledi onları, hiç susmadılar. İlk başlarda konuşacak ne de çok şey bulunuyordu ilişkilerde. Sonra tanıma evresinin geçmesiyle, konuşma evresi de mi geçiyordu acaba?

İşte o günden sonra çiftlerle ilgili ilişki süresi tahminleri başladı Selin’in. Konuşma şekilleri, birbirlerinin yüzlerine bakma süreleri, masada ne şekilde oturdukları ya da yolda nasıl yürüdükleri, yan yanayken telefonla geçirdikleri süre gibi farklı kriterler geliştirdi zaman içinde. Oyunun sadece bir eksiği kalmıştı. Tahminlerinin doğruluğunu kontrol edebilmek. Çiftin yanından ayrılırken ilişki sürelerini öğrenebilmek bugünlerde en büyük hayallerindendi.

Son günlerde kendisiyle ilgili de bir hayali vardı, araba almayı istiyordu. Sokaklarda araba modellerine daha fazla dikkat eder olmuştu.

Sonraki birkaç haftada araba ilanlarına bakmaya başladı. Beğendiği ve bütçesine uygun bir model de belirledi hatta. Arabasının olması düşüncesi onu heyecanlandırıyordu. Heyecanın yanında, nasıl kullanacağı korkusu da vardı. Şoför koltuğuna sadece ehliyet aldığı dönemde oturmuştu. Ama bir arabası olmasını, şehirde istediği gibi hareket edebilmeyi istiyordu ve bir şekilde halledecekti.

O gece rüyasında kendini yine bir arabada gördü, bu sefer şoför koltuğundaydı. Ayakları pedallara yetişmediğinden, oturduğu koltukta iyice aşağıya doğru kaymış, önünü görmeden ilerliyordu. Kalp çarpıntısıyla açtı gözünü. O koltukta oturmaya acemiliğini iliklerine kadar hissettiği bir rüyaydı.

Araba konusu gündeminde olduğundan bu rüyayı gördüğünü düşündü.

*    *    *

Rüyalarımız günlük yaşadıklarımızdan, hayatımızdaki insanlardan motifler taşır. Bu şuna benzer; bir hikayenin anlaşılabilmesi için, genel olarak dinleyicisinin kelime dağarcığındaki sözcüklerden ve bildiği bir lisandan oluşması beklenir. Yazarın kendi uydurduğu kelimelerle bezenmiş bir hikaye, dinleyen için bir şey ifade etmez. Ya da sadece Türkçe bilen birine Çince hikaye anlatmak anlamsızdır. Rüyalarda da durum aynıdır. Rüya, görenin hayatından kesitler ve kişiler kullanır, çünkü anlattığı konu rüyayı gören tarafından anlaşılsın ister. Yani rüya kişiyle onun anlayabileceği sembollerle konuşur.

Selin, o günlerde hayatına daha geniş bir perspektiften baksa, araba alma motivasyonunun sadece istediği yerlere kolay ulaşmakla ilgili olmadığını görebilirdi. Yıllardır bir başkasına bıraktığı şoför koltuğu, aslında hayat içinde ilerlerken kendisiyle ilgili kararların alındığı bir makamdı. O, bu makamda uzun süre kendisi oturmamış, orayı bir başkasına tahsis etmişti.

Tarık’la ayrılmasından sonra ise koltuk boş kalmıştı. Oraya artık kendisi oturmak istiyordu. Bunun için hevesli ve heyecanlıydı. Aynı zamanda korkuyordu. Çünkü ne yapacağını çok da bilmiyordu. Hayatının şoför koltuğunda oturup o arabayı yolda ilerletmekte henüz acemiydi. Ama denemelere başlamıştı, öğreniyordu. İşte rüyasının göstermeye çalıştığı buydu.

Şoför koltuğuna başkasını oturtmaya alışan kişi o koltuğa geçmekten önce korkar. Hatta bazen gidenin yerine yeni bir şoför bulur. Şoför değişikliği bir süre iyi gelir. Ama sonra araba yine istediği hızda gitmemeye başlar. Çünkü pedallar ve direksiyon o koltuğun sahibindedir. Araba yan koltuktan kullanılamaz. Kullanmak isteyen cesaret edip şoför koltuğuna oturmalıdır. Eğer bir gün cesaretini toplayıp oturmayı başarırsa önce dizleri titrer. Bir anda usta şoför olunmaz. Ustalık için belirli bir zaman geçmesi, tecrübe kazanılması gereklidir. Acemilikle ilerlenen yollardan sonra gelir ustalık. Ne kadar süre sonra bilinmez, bir gün geriye dönüp bakıldığında, geçmişteki korkunun ne kadar anlamsız olduğu düşünülür. Çünkü acemilik bitmiş, ustalık başlamıştır. Usta olmanın şartıdır acemiliği unutmak.

İşte Selin bu acemilik dönemindeydi hayatında. Tarık’tan ayrılmak onun zannettiği gibi sadece bir ilişkinin bitmesi değil, hayatının şoför koltuğuna oturmuş yeni bir Selin’in doğmasıydı aynı zamanda. Ve doğumlar güzel olsa da sancılı olduğu aşikardı.

Senem Özkan
Şubat 2024

SÖZ AĞIZDAN BİR KERE ÇIKAR

 

O gün ofisten arkadaşı Arzu’nun doğum günüydü. Öğlen hep beraber yemek yemiş, iş arkadaşları olarak aldıkları doğum günü hediyesini vermişlerdi.

10 kişilik bir çalışma ekibiydi onlarınki. Kurumsal bir şirketin ufak bir departmanıydılar. Çalıştıkları açık ofis katı, yaklaşık 80 kişinin çalıştığı, farklı işler yapan ekiplerden oluşuyordu.

Öğleden sonra Arzu kendisine gelen çikolata kutusunu masalar arasında gezdirip herkese ikram etti. Selin istemediğini söyleyip teşekkür etti. Ama sonra yanındaki arkadaşının çikolatayla ilgili övgülerini duyunca almadığına pişman oldu.

Arzu 3 masa ilerideydi henüz. Seslenip “Arzu, övgüler kararımı değiştirdi, ben de alabilir miyim” diyebilirdi, ama demedi. Bir kere almayacağını söylemişti çünkü. Eve giderken kendime çikolata alırım diye düşündü.

Selin böyleydi. Bir şey söylediğinde ondan vazgeçme hakkını kendine tanımazdı. Konu basit bir ikram bile olsa cevap verilmişti ve değiştirilemezdi onun için.

Oysa ne kadar kolaydı, “Arzu’cum vazgeçtim, bir tane alabilir miyim?” demek. Başka biri bunu yapsa hiç garipsemez, “tabii ki alabilirsin” derdi keyifle. Ama konu kendi olunca işler değişiyordu.

Belki de kendi yapınca tutarsızlık olarak görüyordu karar değiştirmeyi.

*    *    *

Selin’in kendine uyguladığı kurallarından biriydi bu. Söz ağızdan bir kere çıkardı. Çikolata istemem dediyse, istiyorum diyemezdi arkasından.

Bu her konuda geçerliydi. Mesela, bir önceki işyerinden ayrılma hikayesi bile bu davranış şekliyle gelişmişti. Bir iş arkadaşıyla yaşadığı gerginlik sonrası (gerginlik bir süredir devam ediyordu), ya ben gideceğim buradan ya o dedi. Bu fikrini birkaç kişiyle de paylaştı. Aralarındaki gerginlik yöneticilerine kadar gitti. Kendisinin arkasında durulmasını ve ona göre suçlu olan diğer kişinin işten çıkartılmasını bekliyordu. Ama işler beklediği gibi gitmedi. İkisi de işten çıkarılmadı. Ve Selin söylediğini yapmak zorunda olduğunu düşündüğünden istifa etmeyi seçti. Kimse arkasından “aferin bak söylediğini yaptı” demedi tabii ki. Ama zaten bunu duymak değildi niyeti, ona göre söylediği gibi davranması gerekiyordu. Kendisine saygısı bunu gerektiriyordu.

Sonradan çok düşündüğü bu olayda şunu fark etmişti. Aslında oradan ayrılmayı zaten istiyordu. Ama bir bahaneye ihtiyacı vardı. Gerginlik, bahanesi oldu. İnsanlara söylemesi ise onu oradan ayrılmaya mecbur bıraktı. Kendine kurduğu bir tezgahtı yani konu. Kararını uygulamak için itici bir güç olarak kullanmıştı bu huyunu.

Yıllar önce bir kitapta okumuştu bunu. Eğer verdiğiniz bir kararı uygulamaktan kaçıyorsanız, kararınızı birilerine söyleyin diyordu kitap. İradeniz kararınızı uygulamaya yetmese de, insanlara söylediğinizi yapmak için kararınızı uygulamak zorunda kalırsınız. O da bunu yapıyordu. Başta işine yarayan bu uygulama bir süre sonra amacını aşmış, verdiği kararlardan dönmesini engelleyen bir katılık haline gelmişti. Esneyemiyor, hatta esneyebileceği fikrini bile taşımıyordu. Çünkü konuyu esneklik olarak görmüyordu.

Dürüstlük, verdiği sözü tutmak, özü sözü bir olmak, güvenilirlik, tutarlılık… gibi pek çok sıfat yerleştirmişti bu davranışlarının altına. Oysa zorlanıyordu. Almak istemiyorum dediği bir çikolatayla ilgili fikrini bile değiştirme hakkını kendine tanımayan Selin, hayatta bu kadar katı olmaktan zorlanıyordu.

Bir süre sonra gideceği psikologla konuşacağı konulardan birinin de bu olacağını henüz bilmiyordu. Hatta sonrasında bu alanı yumuşatmakla ilgili ilk uygulamayı Arzu’nun bir sonraki doğum gününde yaşanan aynı sahnede tecrübe edeceğini de. İstemem dediği ikrama, sonra “vazgeçtim, istiyorum” diyecek ve insanlık için küçük ama kendi için büyük bir adım atmış olacaktı😊 Yumuşamak ona iyi gelecekti.

Esneklik ve katılık doğrusundaki yeni denge noktasını, Selin deneye yanıla bulacaktı. İlk başta belki fazla esneyecek, bilmediği bu alan, üzerine oturmayan bir elbise gibi eğreti duracaktı. Ama zamanla elbise üzerine uygun hale gelecekti.

Zaten hayatın kuralı bu değil miydi, farklı bir şey denemek ve sonra o konuyla ilgili yeni bir denge noktasına gelmek.

Senem Özkan
Ocak 2024

KEDİLER

Haftada birkaç kere uğradığı arka sokaktaki kafedeydi yine. Kafenin sahibi Buse’nin yaptığı, favori tatlısı San Sebastian ve filtre kahvesi önünde halinden gayet memnundu. Yaklaşık 3 ay önce keşfetmişti burayı. İçerideki 5 masasıyla küçük bir dükkandı. Sıcacık görüntüsü ve mis gibi kahve kokusuyla, kısa sürede zaman geçirmeyi sevdiği bir mekan haline gelmişti. Güzel havalarda, içeriye göre daha geniş sayılan arka bahçede oturmayı tercih ediyordu. İki ağacın altına yerleştirilen birkaç masası, kedileri ve bir köpeğiyle bahçe de, en az içerisi kadar sevimliydi.

Bugün hava çok sıcak olmasa da güneşli olduğundan, bahçeyi tercih etmişti. Oturduğu masada kahvesini yudumlarken, az önce kısa süreliğine ona eşlik eden Buse’nin hikayelerini anlattığı iki yeni kediyi seyrediyordu.

Kedilerden biri yaklaşık üç aylık bir yavruydu. Siyah beyaz tüyleri, boncuk boncuk bakan meraklı gözleriyle etrafta koşturuyordu. Boş sandalyelere çıkıyor, hızla inip bir şey görmüş ve kovalıyormuşcasına ağaca doğru koşup tırmanmaya çalışıyor, düşerek yere iniyor, sonra tekrar başka bir yöne koşuyordu. Bitmek bilmez bir enerjisi vardı.

İkinci kedi ise daha büyük bir tekirdi. Ufaklık ne kadar hareketliyse, tekir bir o kadar yavaş ve ürkekti. Bunda yaşından çok, bir bacağının olmaması etkiliydi muhtemelen. İki kedi de veterinerde geçirdikleri bir aylık tedavi sürelerinin sonunda yeni evleri olan bu kafeye gelmişlerdi.

Ufaklığı gülümseyerek, tekiri acıyarak seyrediyordu Selin. Yavaş hareketlerle mama kabına ilerleyen tekir, yine aynı yavaşlıkla mamayı yemeye başladı. O anda az önce çıktığı sandalyeden hızla inen ufaklık, tekirin yanına gelerek mama kabı ile tekirin kafası arasından mamaya sızdı. Sanki birkaç saniye önce tok olan karnı bir anda acıkmış ve yemek sırasında öne geçmişti. Tekirin mamadan uzaklaşmasına üzülen Selin içeriye girip biraz kuru mama istedi ve aldığı bir avuç mamayı tekirin önüne koyarak, mağdur olana kendince yardım etti.

Hareketleri gibi yemek yemesi de hızlı olan ufaklık birkaç dakika sonra mamadan uzaklaşmıştı. Bir sonraki hedefi henüz yemeğe devam eden tekirdi. Koşarak yanına yaklaşıp sataşmaya başladığı kedi yine karnını doyuramamıştı. Ufaklıkla başa çıkmaya çalışıyor, fakat henüz dengesini tam sağlayamadığından sürekli yere yuvarlanıyordu. Uzaklaşıp sakin durmaya çalışırken ardı ardına diğerinin saldırılarına maruz kalıyordu. Onun bu halini gören Selin tekir için daha çok üzülmeye başlamıştı. Bir-iki kere oyun peşindeki ufaklığı ondan uzaklaştırmaya çalıştı.

Kısa süreliğine uzaklaşan yavru kedi, daha sonra büyük bir hızla tekirin yanına koşuyordu. Üstüne atlıyor, boynuna sarılıyor, çelme takar gibi, tek olan arka bacağına hamle yapıp onu sürekli yere düşürüyordu. Tekir o kadar ürkekti ki, boyca kendinden küçük olmasına rağmen ufaklığı uzaklaştıramıyordu. Selin onları seyrederken ürkek olanın yere yuvarlanmalarına o kadar üzülmüştü ki, bir pati atsa da aklı başına gelse şu yaramazın diye düşünmeye başladı. Tekire üzüntüyle başlayan duyguları, önce ufaklığa sinire, sonra kendini koruyamıyor diye tekire kızmaya evrildi. Her zaman huzur bulduğu kafe bugün ona iyi gelmemişti. Hızla hesabı ödeyip kahvesini bile bitirmeden çıktı oradan.

Uzaklaşırken, neden bu kadar sinir oldum ki diye düşündü içinden. Kendini anlamakta zorlandığı günlerden birindeydi muhtemelen.

         *     *    *

Bazen yaşadığımız duygulara anlam veremeyiz, tıpkı Selin’in o gün yaşadığı gibi. Duygularımız bizi ele geçirir ve sürükler. Aşırı tepki verdiğimizi en içlerde hissetsek de ipler bir kere duygulara kaptırılmıştır.

Selin üzgündü, sinirliydi. Ona göre seyrettiği olayda bir mağdur vardı. Tekir kedi güçsüzdü, kendini koruyamıyordu. Bunu görmemek imkansızdı, bir bacağı yoktu, tabii ki güçsüzdü, kurbandı. Kim bilir bacağını nasıl kaybetmişti, ne travmaları, korkuları vardı. Ürkekliği de bundandı zaten. Selin müdahale etmese yemek bile yiyemeyecekti. Tekirin mağdur olduğuna her hücresiyle inanıyordu.

Karşısındaki yavru ise, zorbaydı. Tekirin güçsüzlüğünü görüp kenara çekileceğine onu zorlamayı tercih ediyordu. Aynı düşüncesiz, empati yoksunu insanlar gibiydi. Gücü mağdura yettiğinden onunla uğraşıyor, diğer kedilere yaklaşmıyordu bile. Yavru olması da umurunda değildi Selin’in, nasıl ki bir insan 7’sinde neyse 70’inde de oysa, bu yavru da büyüdüğünde kesin aynı zorbalıkla devam edecekti hayatına. Kendinden güçlü olanların karşısında sesini çıkartmayacak, uslu uslu duracak, ama gücünün yettiğiyle karşılaşınca aslan kesilecekti.

Selin o gün duygularına kapılmak yerine olaya sadece seyirci olarak bakabilse, mağdur ve zorba yerine, güçlenmeye ihtiyacı olan ve güçlendirmeye çalışan diyecekti belki de bu iki kediye. Çünkü hayatın kuralıydı bu, öğretmen ve öğrenci her zaman karşılıklı gelirdi. Bir olayda öğretmen olan bir diğerinde öğrenci olabilirdi. Onun seyrettiği bu anda kendi aralarında tekir öğrenci, ufaklık öğretmendi işte. Selin açısından ise, o an fark edemese de her iki kedi de öğretmendi.

Mağdur olarak gördüğünün güçsüzlüğü tek bacağının olmamasındandı Selin’e göre. Ama yine en içeride biliyordu ki, konu tekirin kendini ve alanını koruyamamasıydı. Sağlıklı bir kedi olarak hayatta kalmak istiyorsa bunu öğrenmeye mecburdu. Yemeğini korumalıydı, vücudunu korumalıydı, enerjisini korumalıydı… Alanına sızmaya çalışanlara karşı güçlü durmayı öğrenmeliydi.

Selin’in duygularının bu kadar alt üst olmasının sebebi işte buydu. Çünkü onun da alanını korumayı öğrenmeye ihtiyacı vardı. Tarık’la ayrılmalarının üstünden 4 ay geçmişti. Henüz kendi mağdur, Tarık zorbaydı onun için. Tarık’a kızgındı.

Kedileri izlerken ufaklığa olan öfkesi, dakikalar içinde kendini koruyamadığı için tekire yönelmişti. Kendi tecrübesinde ise, aslında kızgın olduğunun Tarık değil de, kendini ve alanını koruyamayan Selin olduğunu anlaması ne kadar sürecekti, bilemiyoruz. Belki de bir dahaki gelişinde, güçlendiğini gördüğü tekir, onda bu bilginin ortaya çıkmasına yardım edecekti.

Senem Özkan
Aralık 2023

KIRMIZI MONT

 

Hayatında ilk defa kırmızı bir montu oldu. İnternetten sipariş verdiği mont az önce gelmişti. Bu aslında ikinci gelişiydi. Bir öncekinin bedeni küçük gelince, iade edip bir beden büyüğünü almıştı.

İkisi arasında sadece beden farkı değil, fiyat farkı da vardı. Beklemediği bir indirim sebebiyle, ilkine göre %30 ucuza almanın gururu içinde paketi heyecanla açtı. Modelini ve rengini çok beğendiği için montu “inşallah bu olur” düşünceleriyle denedi. Bedeni güzel, kol boyu da iyi. Cepleri fermuarlı, onları açıp bir de eller cepte baktı aynada kendine. Harika. Bu sefer oldu galiba derken önünü kapatıp bakayım diye fermuarını kapattı. Off olamaz, fermuar takılıyordu. Bilirsin, şişme montlarda bazen olur, fermuarı kaparken kumaş sıkışır ve o kumaşı aradan çıkarmadan fermuarı hareket ettiremezsin. İşte bu montta da durum buydu, dikişinde bir hata vardı.

Fermuarı açıp kapatmayı birkaç kere denedi. Takılıyordu. Ama yine de montu beğendiği ve fiyatı da uygun olduğundan iade etmek istemedi. Acaba bu haliyle idare edebilir miyim diye geçirdi içinden. “N’olucak, önünü kapamadan giyerim” dedi. Sevdi ya, ayrılmak istemiyordu. Kararsız kalmıştı, daha sonra karar vermek üzere montu kenara bıraktı.

Ertesi güne kadar daire girişindeki askılıktan ona baktı mont. Rengi gerçekten çok güzeldi. “Aman iade etmeyeyim, kullanırım” dedi.

Aynı gün onu ziyarete gelen arkadaşı Esma’nın karşısında, üzerinde kırmızı montuyla duruyordu şimdi. Onun da fikrini almak istemişti. Esma da beğendi. Bu arada fermuarı yine denedi. Her seferinde takılmıyordu aslında. Düzelir umuduyla takılan yeri biraz çekeleştirdi. Kapattı, sorun yok. Tekrar açtı, kapattı, açtı, kapattı sorun yok. Sevinçle “oldu mu yoksa?” dedi. Bir sonrakinde yine takıldı, olmamıştı. “Ütüyle düzeltebilir miyim acaba? dedi. “Astar kesin yapışır ütüye, yakarım, çöp olur mont” diye ekledi hemen arkasından. “Vazgeçiyorum. İade edeceğim galiba.”

Esma kendisinin de böyle bir montu olduğunu, yıllardır kullandığını söyledi. Montu iade etmeyip böyle kullanması için duymaya ihtiyacı olan destek de gelmişti. Üstünde montla tekrar baktı aynaya. “Gerçekten güzel. Galiba iade etmeyeceğim.” dedi.

Sonra tekrar fermuarı açıp kapamaya devam etti. Çocukluğunda ondan daha büyük kuzenlerinden sıkça duyduğu bir reklam repliği vardı. Hatırladığı kadarıyla Artema musluk reklamlarıydı. “Açıyoruz, kapıyoruz, açıyoruz, kapıyoruz, biz bunu hep yapıyoruz” diyerek kendi aralarında gülüşürlerdi. O replikte takılı kalmış gibiydi iki gündür. Musluk değil de fermuar açıp kapatıyordu sürekli. Artema musluk sorunsuz açılıp kapanıyordu muhtemelen, ama onun fermuar iki kere takılmıyorsa üçüncüde takılıyordu. “İade edeceğim galiba.” dedi.

Sonra tekrar iyi bir seri yakaladı fermuarda. Arka arkaya 5-6 kere sorunsuz kapandı. Ümitlendi o anda. Uğraştıkça düzeliyor galiba diye düşünmek istedi.  Sonra arkadaşına söylediği şu cümleyi duydu, “zamanla düzelir belki”. Ve o anda fark etti ağzından çıkan cümleyi. Birkaç gün önce verdiği karar geldi Selin’in aklına, “olmayanı oldurmaya çalışmayacağım artık, bırakacağım.” demişti. Boş sabun şişesini atmakla konu halloldu zannetmişti ama yanılmıştı. O an, kesin olarak montu iade etmeye karar verdiği andı işte. “Bu son kararım” dedi içinden. Sistem Selin’in bırakma konulu hanesine bir tik daha ekledi.

  *     *     *

Verdiğimiz kararlar sonrası sistem tarafından sınanırız. Yani karar almamız yetmez, dersin geçilmesi için onu davranışlarla desteklememiz beklenir. Bunu yapamazsak, farkındalıklarımız, hatırladıkça bizi gülümseten ya da arkadaş sohbetlerinde anlatarak bizim de sesimizin duyulmasını sağlayan konular haline gelirler. Okuma niyetiyle alınıp rafa kaldırılan ve asla okunmayan kitaplara dönüşürler. O kitap bende var denir, ama var olduğu yer sadece kitaplığımızdır, hayatımızda yer bulamamıştır ve dolayısıyla ondan faydalanamamışızdır.

Birkaç gün önce sabun şişesini çöpe atan Selin de “konuyu fark ettim, bitti” deseydi, bugün ağzından çıkan “zamanla düzelir belki” cümlesini duyamayacaktı. Ama neyse ki duydu. Bu cümle, başkasının ağzından çıkmış gibi kulağına ulaştı ve aynı anda çok tanıdık geldi. Bu tanışıklık nerden diye ufak bir sorgu çalıştı kafasında ve cümleyi Tarık’la ilişkisinde ne kadar çok kullandığını hatırladı. Aynı anda da konunun mont değil, olmayanı oldurmaya çalışmak olduğunu idrak etti.

Günlerdir gözü kendi üstündeydi Selin’in. Cümlelerine dikkat ediyor, kararlarını neye göre aldığını sorguluyor, hareketlerini ve karar mekanizmalarını gözden geçiriyordu. Yani kendi kendini gözlemliyordu. Ve işte bu çabası sonucu, kim bilir hayatının daha hangi kısımlarına işlemiş olan “zamanla düzelir belki” cümlesini yakalamıştı. Demek ki bırakamamasının bir sebebi de buydu. O an için memnun olmadığı bir konunun zamanla düzeleceği ümidi.

Peki Selin neden böyle bir ümit taşıyordu. Bu ümidi canlı tutmaya onu iten neydi? Mont örneğinden gidersek,

  • Onu aramış bulmuş, satın almış ve günler sonunda eline ulaşmıştı. Yani o mont için bir emek vermişti ve iade etmeyi emeğinin boşa gitmesi olarak hissediyor olabilirdi. Tekrar emek vermekten kaçıyor, en baştan başlamak istemiyordu belki de.
  • İade ederse yıllardır istediği ve sonunda kavuştuğu bir şeyi kaybedeceği hissini yaşıyor da olabilirdi. Sahip olduklarını kaybetmekten kaçınıyor, belki de korkuyordu.
  • “Kırmızı montum mutlaka olmalı, herkesin kırmızı bir montu olmalı” gibi bir inanca sahip de olabilirdi. Bu inanç sebebiyle montu iade etmek ona kendini eksik hissettirecekti belki de.
  • Satın alabileceği diğer güzel ve sağlam kırmızı montlara erişimini bu montla engelliyor da olabilirdi. Sağlam ve rahat kullanabileceği bir montu hak etmediğine inanıyordu belki de.

Selin’in montu iade etmeme isteğinin ardında bu ve bunun gibi birçok sebebi olabilirdi. Sebepleri net olarak bilemesek de ortaya çıkan sonucu değiştirmekle ilgili bir çabası olduğunu biliyoruz.

Montu iade etmemek için büyük bir istek duysa da yeni aldığı monttan vazgeçmenin ona iyi geleceğini hissediyordu. Kolay olanı, alışık olduğunu yapmak (kusurlarıyla montu kabullenmek) yerine, kendisini zorlayacak olan yeni davranış kalıbına (montu iade etmeye) geçmeyi seçmişti.

Sahip olduklarından vazgeçemeyen Selin’den,
Sahip olduklarını bırakmakta zorlanan Selin’e dönüşmenin sancılarını yaşayacaktı bir süre daha. Zaman geçtikçe zorlanmaları azalacak, yeni davranış kalıbı artık o kadar da yeni gelmemeye başlayacaktı. Acemiliğini üzerinden atacaktı. Hatta bir yerden sonra bırakmak ona kolay gelmeye başlayacaktı. Ve işte o gün yeni bir Selin tanımı oluşacaktı.

Sahip oldukları işine yaramıyorsa, kolayca bırakan bir Selin’in doğuşu olacaktı o gün.

Senem Özkan
Aralık 2023

BİR ANDA MI?

Hiçbir şeyi son damlasına kadar tüketmeden çöpe atmazdı. Onun evinde her şey çöp kovasıyla buluşmadan önce dibine kadar bitmeliydi. Mesela, buzdolabında ters duran bir ketçap, içinde az kalmış bir ketçap demekti. Düz olan hayatları, sona yaklaşırken tepetaklak olurdu onun ketçaplarının. Bir süre sonra bu da işe yaramayıp kutuyu sıkmaları, sallamaları boşa gidince, kapağını açar kaşıkla son kalanları sıyırırdı. Ketçap ancak ondan sonra bitmiş olurdu.

Aynı alışkanlık ilişkileri için de geçerliydi. Hani küçücük tartışmalarla ilişkileri biterdi ya kimilerinin, onun bitmezdi. Aynı ketçap gibi, bir damla bile kalmayana kadar devam ettirirdi.

Tarık’la ilişkileri de böyle olmuştu. Dile kolay, 12 yıl sürmüştü. İlk tanıştıklarında 21 yaşındaydı. Bulutların üstünde uçuyordu o günlerde. Tarık’la buluşmaya giderken bütün gardırobunu giyer çıkarır, dışarı çıkarken arkasında, yatağının üstünde duran koca bir kıyafet yığını bırakırdı.

Sonra aralarında tartışmalar başladı. İlk tartışmaları Selin’in arkadaşına gittiği bir günde olmuştu. Sonrasında Tarık’la buluşmuşlar, ama görüştükleri birkaç saat Tarık’a yetmeyince konu, “bugün arkadaşına gitmeseydin keşke” noktasına gelmişti. Tarık’ın tavrı Selin’e saçma gelmiş ve kabul etmemişti söylediklerini. Arkadaşları onun için önemliydi, istediği zaman onlarla görüşürdü. Tarık onu anladığını, ama çok özlediğini söyleyince Selin yumuşamış ve konu kapanmıştı. Aynı durumu defalarca yaşadıklarından, bu konuyu sonrasında da çok düşündü. Bazen “istediğim zaman arkadaşlarımla görüşürüm”de bitti düşünceleri, bazense “beni çok seviyor, özlüyor”da. Ve her olay sonunda, ikinci düşünce birinciyi yenince, benzer tartışmalarla devam etti ilişkileri. Selin Tarık’a daha çok zaman ayırırsa konunun çözüleceğini düşündü, ama yanıldı.

Arkadaşlarından, ailesinden, hatta kendinden arttırdığı her dakikayı Tarık’a ayırmaya başladı. Ama Tarık doymuyordu. Tartışmaları farklı konular da eklenerek kısa zaman içinde arttı. Yolda, evde, cafede, telefonda her yerde tartışıyorlardı. Tartışıyor, küsüyor (süresi birkaç saatten, 2-3 güne kadar değişiyordu) ve sonrasında barışıyorlardı. O günlerde Selin’in emin olduğu bir şey vardı, o da birbirlerini çok sevdikleri. Kavgalarının hepsi de bu yoğun sevgidendi.

Geçen zaman içinde Selin’in yatağının üstündeki kıyafet yığınıyla beraber heyecanı da önce küçüldü, sonra yok oldu.

Artık sık sık Tarık’la ayrılma kararı alıyor, ama her seferinde bir kere daha denemeye karar veriyordu. Sevginin, saygının bittiğini kabul etmekte zorlanıyordu, tıpkı ketçapların bittiğini kabul etmekte zorlandığı gibi.

Bir gün yaşanan şiddetli bir kavga sonrası, artık durum geri dönülemez bir hale geldi. Bu kavga, kaşıkla ketçabı sıyırma hareketinin ilişkilerindeki haliydi. Karakolda biten kavgaları, ilişkiyi sonlandırmıştı. Sonrasında çok üzülse ve geri dönmeyi çok istediği anlar olsa da, arkadaşlarının da desteğiyle anlık aldığı barışma kararlarını uygulamamayı başardı.

Üzerinden aylar geçmesine rağmen Tarık’la ilişkisini devam ettirmeli miydi sorusu hâlâ aklındaydı.   

O sabah banyoda, biten sıvı sabun şişesine su doldurmak için musluğu açtığında ilginç bir an yaşadı Selin. Beyninde bir şey oldu ve o şişeye su doldurmanın bitmiş bir şeye bitmemiş gibi davranmak olduğunu fark etti o anda. İşini görmeyen sabunla devam etmeye çalışıyor, biteni bırakmak yerine onu daha fazla kullanma çabasına giriyordu. Bunu sadece sabunda, şampuanda, ketçapta da yapmıyordu. İlişkilerinde de durum aynıydı. Tarık’la yaşadıklarında da konu bu değil miydi?

İşte aynı anda, belki de sadece bir saniye içinde bunu artık yapmamaya karar verdi. Sıvı sabun şişesine su doldurmak yerine çöpe attı. Ama bunu öyle bir yaptı ki, “hayatımda biten ne varsa kolayca bırakıyorum” dedi evren dilinde. Sonraki saniye dolaptan yeni sabunu çıkartıp ellerini onunla yıkamaya başladı. Aklında çöpe attığı şişeden eser yoktu, sadece yeni sabunun banyoyu kaplayan harika lavanta kokusunu içine çekiyordu.

                 *   *   *

Niyet, sadece mum yakarak, müzik eşliğinde, yazarak, suya atarak vb şekillerle yapılmaz. Hayatın içindeki her hareket, sistem için bir niyettir. Niyet ve çaba beraber yürür. Kolayca bırakmaya niyet ediyorum derken, evdeki ketçabı, sabunu bile bırakamıyorsan sistem bırakmaya henüz hazır olmadığını anlar. İstiyorum ve hazırım demek için hayatına, niyetine uygun ufak hareketler ekleyebilirsin. Tıpkı Selin’in o sabah yaptığı gibi. O’nun bırakmayı öğrenmesinin önemli adımlarından biriydi o sabah. Sonrasında da çabalamaya devam etmesi gerekecekti tabii ki. Çünkü tüm sistemin üzerinde durduğu yasalardan biriydi Çaba Yasası.

Bambu ağacının hikayesini bilir misin?  

Çinliler bambu ağacını şöyle yetiştirir:

Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır, gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz.

Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yıl da toprağın dışına filiz vermez.

Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir.

Fakat inatçı tohum bu yıl da filiz vermez.

Çinliler büyük bir sabırla beşinci yıl da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.

Nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar.

Altı hafta gibi kısa bir sürede de yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.

Akla gelen ilk soru şudur:

Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı haftada mı, yoksa beş yılda mı ulaşmıştır?

Bu sorunun cevabı tabi ki beş yıldır.

Hangi tohumun ne kadar sürede filizleneceğini bilemiyoruz. İşte bunun için Çinliler gibi bıkmadan, olmuyor diye karamsarlığa kapılmadan tohumlarımızı sulamaya devam edeceğiz… Sistemde her çaba karşılığını bulur ve o hiç yeşermeyecek zannettiklerimiz, gün gelir bir anda yeşermiş gibi, görünür hale gelir.

Senem Özkan
Kasım 2023