İNSANIN ANLAM ARAYIŞI – VICTOR E. FRANKL

30’un üstünde dile çevrilen ve 15 milyondan fazla satan başucu kitabı” yazıyor kitabın kapağında. Okuyunca bu başarıyı kazanmasının boşa olmadığını anlıyorsunuz.

Victor Frankl 1905 doğumlu Avusturyalı bir psikiyatr. Üçüncü Viyana Okulu ve Logoterapi kuramının kurucusu. Varoluşçu terapinin önemli isimlerinden biri.

Logoterapi ne derseniz; geçmişe odaklanan psikanalizin aksine daha çok gelecek üzerine, yani hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerine odaklanan bir tedavi yöntemi diye açıklanıyor. Hastanın yaşamak için kendine bir hedef belirlemesi sağlanıyor ve bu hedefe ulaşma onda güdülendirici bir güç oluyor. Bu tabi çok genel bir tanım oldu, logoterapi, kitabın ikinci bölümünde daha detaylı (yaklaşık 50 sayfa) anlatılıyor.

Frankl’ın kitapları, konferansları, hocalık yaptığı farklı üniversitelerdeki başarıları ve dünyaya adını duyurmasının altında acı dolu bir hikaye var. Kendisi  1942-45 yılları arasında 4 ayrı toplama kampında yaşamak zorunda kalmış ve ailesini bu kamplarda kaybetmiş bir Yahudi. Babası tutuklandıktan bir hafta sonra açlık sebebiyle, annesi Auschwitz’de gaz odasında, 24 yaşındaki eşi ise farklı bir toplama kampında hayatlarını kaybetmiş.

Kitabın ilk bölümü Frankl’ın Auschwitz’in de içinde olduğu kamp günlerini, orada yaşanan açlık, hastalık ve zulmü, hayatta kalma çabasını anlattığı sayfalar. Bir psikiyatrın gözünden anlatılanlar, kamp sakinlerinin psikolojik durumlarıyla ilgili güzel saptamalar içeriyor. Kitabın bu bölümü; tutuklular, kapolar (tutuklular arasından seçilen görevliler), SS adamları ve kendi halini farklı kameralardan bize seyrettiren bir film gibi. Dehşet içeren bir filmi kanlı sahnelerle gözümüze sokmuyor ama verdiği öyle detaylar var ki dehşeti hissettiriyor.

Frankl kampa ilk girdiğinde yanında yazmaya devam ettiği kitabının sayfaları var. Bu notları orada tabii ki kaybediyor. Ama bir gün bu kitabı tekrar yazma amacını hiç kaybetmiyor ve kamp günleri boyunca kitabı için kısa notlar almaya çalışıyor. Hatta kendini üniversitede bir kürsüde ders verirken hayal ediyor.

1945 yılında dışarı çıkabildiğinde tekrar Viyana’ya dönüyor ve 9 gün içinde hedeflediği kitabı yazıyor. Yazmak onun iyileşme yolu oluyor.

İnsan bu sahneleri okurken gerçekten kanı donuyor. Dünyanın bir yerinde bu kadar zulüm yaşanırken başka yerlerinde insanlar normal hayatlarına devam etmişler, yemeklerini yiyip sıcak yataklarında yatmışlar, soğuk havalarda kalın giysilerle ısınmışlar. Şimdi de aynı şey olmuyor mu diyeceksiniz belki, evet maalesef oluyor😞 Hz. İsa’nın dediği gibi hiçbirimiz ilk taşı atacak kadar günahsız değiliz…

Kitabın ikinci bölümü, logoterapiyi anlatıyor demiştik.

Frankl’ın kamp günlerinde hayata tutunmasını sağlayan, hayatında gerçekleştirmeyi hedeflediği bir anlam bulması oluyor.

Kişinin yaşamda anlama ulaşması için 3 yol var diyor kitap.

  • Bir eser yaratmak ya da bir iş yapmak,
  • Sevgi (bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek),
  • Acının anlamı (acı, anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkıyor). Mesela Frankl “çektiğim acılar olmaksızın ulaştığım gelişim düzeyinin olanaksız olacağını biliyorum” diyor. Yani acısını artık acı olarak görmek yerine onu olduğu konuma getiren bir araç olarak görüyor da denebilir.

Kitabın bu kısmında anlatılan ve çok hoşuma giden “çelişik niyet” denen bir logoterapi tekniği var. Korkunun korkulan şeyi yarattığı ve aşırı niyetin arzulanan şeyi olanaksızlaştırdığı gerçeğine dayanıyor.

Örneğin; uykusuzluk korkusu, uyumaya yönelik aşırı bir niyete yol açıyor. Bu da kişinin uyuyamamasına neden oluyor. Bu korkunun üstesinden gelmesi için hastaya kendini uyumaya zorlamaması, tam tersi yatakta olabildiğinde uyanık kalmaya çalışması öğütlendiğinde ise hasta çabucak uyuyor. Yani uyumaya yönelik aşırı niyetin yerine, uyumaya yönelik çelişik niyet geldiğinde, hasta çabucak uyur diye anlatılıyor.

Bu yöntemin bazen de bilinçli olmadan kullanılabileceğini gösteren sevimli bir örnek de var kitapta;
Hayatı boyunca kekeme olan biri, 12 yaşındayken bir tramvayın arkasına asılıyor. Biletçi tarafından yakalanınca, kaçmanın tek yolunun biletçide acıma duygusu uyandırmak olduğunu düşünüp ona sadece zavallı bir kekeme olduğunu göstermeye çalışıyor. O an kekelemeye çalışmasına rağmen bunu başaramıyor. Ve hayatında kekelememeyi başardığı tek an işte bu an oluyor.

Kitap hem tarihsel olarak önemli bir döneme götürüyor bizleri, hem de şartlar ne olursa olsun her ortamdan başarıyla çıkılmasının mümkün olduğuna dair bir ışık yakıyor zihinlerimizde.

Bu arada kitabın genç okurlar için uyarlanan bir baskısı da var.

Kitaptan güzel bir sözle bitirelim:

Yaşamak için bir “neden”i olan kişi,
neredeyse tüm “nasıl”lara dayanabilir.

Nietzsche

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024

KONU SADECE ARABA DEĞİL

İzlediği videodaki hızla giden araba, Selin’e dün gece gördüğü rüyayı hatırlattı.
“Tarık’la beraber bir arabada gidiyorlardı, arabayı Tarık kullanıyordu. Keyifle giderken bir anda hızlanıyor, Selin korkup yavaş gitmesini istese de Tarık onu dinlemiyor ve O yavaş dedikçe daha çok gaza basıyordu.”

Rüyayı hatırlayınca bugün uyandığında hissettiği gerginlik tekrar kapladı içini. Sabah anlam veremediği gerginliğinin sebebi anlaşılmıştı.

Rüyaya benzer haller ilişkilerinde defalarca yaşanmıştı. Tarık şoförlüğüne laf söyletmezdi. Selin’in ağzından çıkan “Biraz yavaşlar mısın?” lafı, ikisi arasında değişip Tarık’a “iyi kullanamıyorsun, biraz yavaşlar mısın?” olarak ulaşırdı adeta. Konu anlamsız bir tartışmaya döner, sesler yükselirdi ya da Tarık “istiyorsan sen kullan” gibi bir lafla konuyu kapatıp uygun gördüğü hızda gitmeye devam ederdi. Selin rahatsız olsa da bir süre sonra bir şey söylemek yerine konuşmamayı öğrendi.

O yıllarda Selin’in ehliyeti vardı ama araba kullanmıyordu. Aslında istese kendine bir araba alabilirdi, ama araba hevesi hiç olmamıştı. İşe servisle gidiyordu. Onun dışında da Tarık’ın arabası vardı. Dışarıda olduğu her dakika zaten beraberlerdi.

Şimdiyse arabası olmaması onu zorluyordu. İlk günler sudan çıkmış balık gibiydi sokaklarda. Toplu taşıma kullanmayalı uzun yıllar olmuştu. En son üniversitede binmişti otobüse, minibüse, metroya. Yeni açılan metro hatlarınıysa hiç bilmiyordu. İstanbul’a yeni gelmiş gibiydi. Doğup büyüdüğü bu şehri, 33 yaşında tekrar keşfediyordu.

Bazı günler nereye gittiğini bilmeden geziyordu sokaklarda. Genelde yalnız oluyordu bu günlerde. Arkadaşları vardı tabi ki, iş arkadaşları, okul arkadaşları, kuzenleri… Ama hafta sonları onlarla buluşma alışkanlığı yoktu uzun yıllardır. Şimdi bir anda arayıp “haydi hafta sonları müsaitim artık, buluşalım” demeye utanıyordu. Ayrıca yalnız olmak hoşuna gitmişti. Kimseyle uyumlanmaya çalışmadan, tek başına canının istediğini yapmakta henüz acemi olsa da, öğreniyordu.

Tek başına gezdiği bu günlerde bol bol insanları izliyordu. En çok da çiftleri… Kendince bir oyun geliştirmişti. Çiftlerin evli olup olmadığını ya da ne kadar süredir beraber olduklarını tahmin etmeye çalışıyordu. Bu oyunu, her zaman çantasında olan kitabını evde unuttuğu bir günde, bir şeyler içmek için oturduğu kafede bulmuştu. Biraz telefonuyla oyalanmış, ama şarjının azaldığını fark edince elinden bırakmak zorunda kalmıştı. Boş boş etrafına bakınırken arkasındaki masanın konuşmalarına kulak misafiri olmaya başladı. Bir kız ve bir erkek sohbet ediyorlardı. Burçlarından başlayan sohbet, sevdikleri filmlere, müziklere gelmişti. Büyük olasılıkla ilk buluşmalarıydı.

Yaklaşık 1 saat dinledi onları, hiç susmadılar. İlk başlarda konuşacak ne de çok şey bulunuyordu ilişkilerde. Sonra tanıma evresinin geçmesiyle, konuşma evresi de mi geçiyordu acaba?

İşte o günden sonra çiftlerle ilgili ilişki süresi tahminleri başladı Selin’in. Konuşma şekilleri, birbirlerinin yüzlerine bakma süreleri, masada ne şekilde oturdukları ya da yolda nasıl yürüdükleri, yan yanayken telefonla geçirdikleri süre gibi farklı kriterler geliştirdi zaman içinde. Oyunun sadece bir eksiği kalmıştı. Tahminlerinin doğruluğunu kontrol edebilmek. Çiftin yanından ayrılırken ilişki sürelerini öğrenebilmek bugünlerde en büyük hayallerindendi.

Son günlerde kendisiyle ilgili de bir hayali vardı, araba almayı istiyordu. Sokaklarda araba modellerine daha fazla dikkat eder olmuştu.

Sonraki birkaç haftada araba ilanlarına bakmaya başladı. Beğendiği ve bütçesine uygun bir model de belirledi hatta. Arabasının olması düşüncesi onu heyecanlandırıyordu. Heyecanın yanında, nasıl kullanacağı korkusu da vardı. Şoför koltuğuna sadece ehliyet aldığı dönemde oturmuştu. Ama bir arabası olmasını, şehirde istediği gibi hareket edebilmeyi istiyordu ve bir şekilde halledecekti.

O gece rüyasında kendini yine bir arabada gördü, bu sefer şoför koltuğundaydı. Ayakları pedallara yetişmediğinden, oturduğu koltukta iyice aşağıya doğru kaymış, önünü görmeden ilerliyordu. Kalp çarpıntısıyla açtı gözünü. O koltukta oturmaya acemiliğini iliklerine kadar hissettiği bir rüyaydı.

Araba konusu gündeminde olduğundan bu rüyayı gördüğünü düşündü.

*    *    *

Rüyalarımız günlük yaşadıklarımızdan, hayatımızdaki insanlardan motifler taşır. Bu şuna benzer; bir hikayenin anlaşılabilmesi için, genel olarak dinleyicisinin kelime dağarcığındaki sözcüklerden ve bildiği bir lisandan oluşması beklenir. Yazarın kendi uydurduğu kelimelerle bezenmiş bir hikaye, dinleyen için bir şey ifade etmez. Ya da sadece Türkçe bilen birine Çince hikaye anlatmak anlamsızdır. Rüyalarda da durum aynıdır. Rüya, görenin hayatından kesitler ve kişiler kullanır, çünkü anlattığı konu rüyayı gören tarafından anlaşılsın ister. Yani rüya kişiyle onun anlayabileceği sembollerle konuşur.

Selin, o günlerde hayatına daha geniş bir perspektiften baksa, araba alma motivasyonunun sadece istediği yerlere kolay ulaşmakla ilgili olmadığını görebilirdi. Yıllardır bir başkasına bıraktığı şoför koltuğu, aslında hayat içinde ilerlerken kendisiyle ilgili kararların alındığı bir makamdı. O, bu makamda uzun süre kendisi oturmamış, orayı bir başkasına tahsis etmişti.

Tarık’la ayrılmasından sonra ise koltuk boş kalmıştı. Oraya artık kendisi oturmak istiyordu. Bunun için hevesli ve heyecanlıydı. Aynı zamanda korkuyordu. Çünkü ne yapacağını çok da bilmiyordu. Hayatının şoför koltuğunda oturup o arabayı yolda ilerletmekte henüz acemiydi. Ama denemelere başlamıştı, öğreniyordu. İşte rüyasının göstermeye çalıştığı buydu.

Şoför koltuğuna başkasını oturtmaya alışan kişi o koltuğa geçmekten önce korkar. Hatta bazen gidenin yerine yeni bir şoför bulur. Şoför değişikliği bir süre iyi gelir. Ama sonra araba yine istediği hızda gitmemeye başlar. Çünkü pedallar ve direksiyon o koltuğun sahibindedir. Araba yan koltuktan kullanılamaz. Kullanmak isteyen cesaret edip şoför koltuğuna oturmalıdır. Eğer bir gün cesaretini toplayıp oturmayı başarırsa önce dizleri titrer. Bir anda usta şoför olunmaz. Ustalık için belirli bir zaman geçmesi, tecrübe kazanılması gereklidir. Acemilikle ilerlenen yollardan sonra gelir ustalık. Ne kadar süre sonra bilinmez, bir gün geriye dönüp bakıldığında, geçmişteki korkunun ne kadar anlamsız olduğu düşünülür. Çünkü acemilik bitmiş, ustalık başlamıştır. Usta olmanın şartıdır acemiliği unutmak.

İşte Selin bu acemilik dönemindeydi hayatında. Tarık’tan ayrılmak onun zannettiği gibi sadece bir ilişkinin bitmesi değil, hayatının şoför koltuğuna oturmuş yeni bir Selin’in doğmasıydı aynı zamanda. Ve doğumlar güzel olsa da sancılı olduğu aşikardı.

Senem Özkan
Şubat 2024

LOHUSA Filmi

Çok güzeldi…

Çok güldüm, arada ağladım, lohusalık günlerimi düşündüm, iyi ki yapmışım dediklerim geldi aklıma, keşke yapmasaydım dediklerim izledi onu… Birçok duygu ve düşünceyi ardı ardına yaşattı film 😊

Gupse Özay günümüz annelerinin durumunu çok başarılı yansıtmış filmde. Bir yandan ben her şeyi tek başıma yaparım, her yere yetişirim diyen tarafımızı göstermiş, bir yandan da ne kadar yorulduğumuzu ve zorlandığımızı, yardım almamak için gösterdiğimiz direnci.

Belki kadın olduğumdan, belki anne olduğumdan, belki de o dönem “ben lohusa değilim ki, iyiyim” dediğimden kendimden çok şey buldum sahnelerde.

“Oğlum doğduğunda sakin bir bebekti, rahat uyurdu, pek zorlanmadık” diye anlatırdım hep o günleri. Üzerinden birkaç sene geçtikten sonra o dönem fotoğraflarına baktığımda bu “zorlanmadım” iddiamın gerçekliğinden şüpheye düşmüştüm J Fotoğraflardaki halim pek de anlattığım gibi görünmüyordu. Gupse’nin filmdeki uykusuzluk halleri o fotoğrafları hatırlattı 😊

Gupse Özay kendi lohusalık döneminde yazmış bu filmi. Aslında birçok kadının gözünden lohusalığın nasıl bir süreç olduğunu başarılı bir şekilde göstermiş. Çağımız annelerinin evine bir kamera konulsa muhtemelen benzer haller seyrederiz. Bizim annelerimizin lohusalığı daha farklı yaşadıklarını tahmin ediyorum. “Ben hallederim, yardıma gerek yok” tavırlarımız için söylüyorum bunu.

Sadece anneler değil babalar da anlatılıyor tabi filmdeJ Baba olmadığım için nasıl bir his olduğunu bilmiyorum, bunu filmi izleyen babalara sormak lazım ama onların tarafından da durumu güzel anlatmış gibi geldi. Şaşkınlıkları, olaya dahil olmaya çalışırken ne yapacağını bilememe halleri çocuk sahibi olunan her evde yaşananlar sanki.

Film halen sinemalarda gösterimde. Seyretmenizi tavsiye ederim. Çocuğunuz varsa ona kavuştuğunuz ilk günleri hatırlamanız için, çocuk sahibi olacaksanız nelerle karşılaşacağınızı görmeniz için, çocuk istemiyorum diyorsanız kararınızın sonuçlarını daha mutlu yaşamanız için seyretmenizi tavsiye ediyorum 😊

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024

ASLINDA ÖYLE DEĞİL – AYLİN ALGUN

40’lı yaşlarında bir kadın ve bir erkek.
İkisi de eğitimli, meslek sahibi, toplumda kabul edilir pek çok etikete sahipler.

İstanbul’da yaşayan birbirinden habersiz bu iki kişi için kader ağlarını örüyor. Günün birinde meslekleri gereği ikisi de aynı televizyon programına davet ediliyor, tanışıyor, birbirlerinden etkileniyor ve sevgili oluyorlar.

Buraya kadar her şey çok romantik. Okurken bu romantizm ve aşkın heyecanına kapılıyorsunuz. Mehmet, yakışıklı, karizmatik, başarılı bir doktor. Ayça, hukuk mezunu ama aradığını yazarlıkta bulmuş güzel bir kadın.

Tam bu noktada kitabın kapağına göz atsanız, “Aşk sandığın, gerçekte zehirse…” lafını okuyup “aman boş ver, ne zehri, Serenay’la Kıvanç gibi bir çift işte” diyebilirsiniz. Ama yanılırsınız 🙂

Aşk kelimesinin Arapça sarmaşık kelimesi ile aynı kökten geldiğini biliyor musunuz? Zehirli sarmaşık olabileceği gibi, zehirli aşk da olabiliyor…

Günümüzde zehirli aşklara “toksik ilişki” diyoruz. Güzel bir aşk hikayesi olarak başlayan Aslında Öyle Değil, okurken gözlerinizin önünde toksik bir ilişkiye dönüşüyor. Bazen iyi başlar, kötü ilerler… Ayça ve Mehmet’in ilişkisi de bir iyi bir kötü ilerliyor.

Anlatılanlar o kadar hayattan ki. Belki kendi tecrübelerinizi hatırlatıyor size, belki şahit olduğunuz başka bir ilişkiyi, bir arkadaşınızı, akrabanızı…

Hikayeyi Ayça’nın ağzından dinliyoruz kitapta. Mehmet’le ilişkisinde yaşananları anlatırken hayatının önceki dönemlerine de dönüşler yapıyor ara ara. Böylece o gün yaşadığı konunun Ayça yönünden anlamını daha iyi kavrıyoruz.

Her bölümün sonuna “Kendime Not” adı ile eklenen sayfalar bulunuyor ayrıca. Bu sayfalar Ayça’nın yaşadığı ilişkiye ve olaylara dışarıdan bir gözle bakarak, daha objektif ve psikolojik değerlendirmeler yaptığı bölümler.

Nasıl ki bir arkadaşınızla bir araya gelirsiniz, yaşadıklarınızı anlatırsınız öncelikle. Karşınızdaki konuyu kavradıktan sonra da değerlendirmeler, tespitler kısmına geçilir. Kitap da tam bu seyirde gidiyor. Okuyucuya önce bir sahne seyrettiriyor, sonra o sahnenin belli anlarına döndürüp dikkatini önemli noktalara çekiyor, konuyu değerlendiriyor.

Futbol maçını izleyip sonra pozisyonları değerlendirmek gibi😊 Oradan yapılan çıkarımlar mevcut durumun tespiti ve ileride izlenecek yollar için nasıl çok önemliyse, kitabın “Kendime Not” kısımları da aynı derecede önemli. Çünkü Ayça’nın zayıf, güçlenmesi gereken yönlerini anlamamızı sağlıyor. Çok cesurca ve yol gösterici sayfalar…

Bu kitabı ocak ayında Kitap Kulübümüzde okuduk, konuştuk. Ve çok keyif aldık. Şu itirafı da yapayım tabii, zaman zaman Mehmet’e, zaman zaman da Ayça’ya kızdığımız oldu. Hikayenin okuyucuyu içine çekmesindeki başarısındandı tabi bu duygusal tepkiler.

Özetle, gönül rahatlığıyla tavsiye edeceğim bir kitap oldu “Aslında Öyle Değil”

Okursanız siz de kitapla ilgili yorumlarınızı yazın lütfen.

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024

DENGEYE GELEBİLMEK

 

Bir yazı okuyoruz ve diyoruz ki, “aynı ben.” Ya da okuyoruz ve üstünde hiç durmuyoruz. Çünkü kendi halimizle bir benzerlik kuramıyoruz. Yani bizi hiç anlatmayan yazılar da çıkıyor karşımıza.

Dün bir Selin hikayesi ekledim bloğa. Okumadıysan buradan ulaşabilirsin https://senemozkan.com/soz-agizdan-bir-kere-cikar/  Kararlarını değiştirmekte zorlanan, bu konuda katılaşmış bir Selin vardı yazıda. Okuyan kişi de kararlarını değiştirmekte zorlanıyorsa konu ilgisini çekti muhtemelen. Ama çeşit çeşidiz bu dünyada. Kimimiz kararlarını değiştirmekte yani esnemekte zorlanırken, kimimiz verdiği kararları uygulamakta zorlanıyor. Selin esneyemiyor, antiSelin irade kullanamıyor, kararlarını hayata geçiremiyor.

İkisinin de ortak noktası, değiştirmeleri gereken bir konularının olması. Ama ihtiyaçları ve değişimi gerçekleştirmeleri gereken yön birbirinin tam tersi. Günlerce evde oturmuş birinin dışarı çıkmaya; günlerdir eve uğramamış, dışarıda zaman geçirmiş birinin evde kalmaya ihtiyaç duyması gibi.

Yani hangi durumda fazla kaldıysak, dengelenmek için ihtiyaç duyduğumuz mevcut halin tam tersi oluyor her zaman. Fazla kuruyan bir çiçeğin suya ya da fazla sulanan bir çiçeğin bir süre susuz bırakılmaya ihtiyacı olması gibi.

Uygun hareketi bulabilmek içinse önce mevcut durumun doğru tespit edilmesi önemli. Yani “o çiçeğin su durumu nedir?” sorusuna gerçekçi bir cevap bulmuş olmalıyız ki, ona iyi gelecek tavrı takınabilelim.

Bu durum kendi hallerimiz için de geçerli.
“Ben ne haldeyim?”
“Şu an neye ihtiyacım var?”
Sorup cevabını bulmak için emek harcamamızı gerektiren sorular.

“Ben ne haldeyim?”
Yorgunum.
“Şu an neye ihtiyacım var?”
Dinlenmeye, yalnız kalmaya…

Hayat bir tahterevalli gibi.
Yorgunsak tahterevallinin bir tarafı ağır basıyor ve dengesi kaybolmuş oluyor. Yapmamız gerekense diğer tarafa biraz ağırlık eklemek, yani dinlenmek ve tahterevalliyi tekrar dengeye getirmek.

Yorgunsak dinlenmek,
Fazla hareketsiz kaldıysak hareket etmek,
Karnımız acıktıysa yemek yemek,
Islandıysak kurulanmak…
Tersiyle dengelenmek hayatın kuralı.

“Çok gülersen, çok ağlarsın” sözü geliyor aklıma.
Aynı mantık değil mi? Tahterevalliyi düşün.
Bu söz, aman çok gülmeyelim ki, sonra da çok ağlamayalım demek değil aslında. Gülelim tabii ki, ama dengeyi bulmak için ağlamak gerektiğini de unutmayalım. Denge için ikisi de gerekli. Zaten bunları yapmayalım demek, yaşamamak anlamına geliyor. Yaşamanın kuralı, gülmekten de ağlamaktan da geçmek.

Bizlerin amacı işte bu tahterevalliyi dengede tutabilmek. Ama bu öyle bir tahterevalli ki, denge noktası da sabit değil. Sağa ya da sola kayabiliyor. Duruma, olaya, zamana, anlık kararlara göre o denge noktası sürekli değişiyor. Değişiyor ama dengeye geldiği bir nokta her zaman var. Maharet bu ayarı yapabilmek.

Denge noktasını bulabilmek için hep denemek işin olmazsa olmazı. Bildiğimizden, hep yaptığımızdan, alışık olduğumuzdan farklısını denemek. 3 senedir katıldığım Tarık Arıkdal derslerinden aklımda en çok kalan şöyle bir söz var:

“Yapmadığını yap, sevmediğini sev.”

Hayatın formülü sanki:

YAPMADIĞINI YAP, SEVMEDİĞİNİ SEV.

Yani tersiyle dengeye gelmeye çalış.

Yeniyi denemeye cesaret ve enerjimizin bol olduğu günlerimiz olsun.

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Ocak 2024

SÖZ AĞIZDAN BİR KERE ÇIKAR

 

O gün ofisten arkadaşı Arzu’nun doğum günüydü. Öğlen hep beraber yemek yemiş, iş arkadaşları olarak aldıkları doğum günü hediyesini vermişlerdi.

10 kişilik bir çalışma ekibiydi onlarınki. Kurumsal bir şirketin ufak bir departmanıydılar. Çalıştıkları açık ofis katı, yaklaşık 80 kişinin çalıştığı, farklı işler yapan ekiplerden oluşuyordu.

Öğleden sonra Arzu kendisine gelen çikolata kutusunu masalar arasında gezdirip herkese ikram etti. Selin istemediğini söyleyip teşekkür etti. Ama sonra yanındaki arkadaşının çikolatayla ilgili övgülerini duyunca almadığına pişman oldu.

Arzu 3 masa ilerideydi henüz. Seslenip “Arzu, övgüler kararımı değiştirdi, ben de alabilir miyim” diyebilirdi, ama demedi. Bir kere almayacağını söylemişti çünkü. Eve giderken kendime çikolata alırım diye düşündü.

Selin böyleydi. Bir şey söylediğinde ondan vazgeçme hakkını kendine tanımazdı. Konu basit bir ikram bile olsa cevap verilmişti ve değiştirilemezdi onun için.

Oysa ne kadar kolaydı, “Arzu’cum vazgeçtim, bir tane alabilir miyim?” demek. Başka biri bunu yapsa hiç garipsemez, “tabii ki alabilirsin” derdi keyifle. Ama konu kendi olunca işler değişiyordu.

Belki de kendi yapınca tutarsızlık olarak görüyordu karar değiştirmeyi.

*    *    *

Selin’in kendine uyguladığı kurallarından biriydi bu. Söz ağızdan bir kere çıkardı. Çikolata istemem dediyse, istiyorum diyemezdi arkasından.

Bu her konuda geçerliydi. Mesela, bir önceki işyerinden ayrılma hikayesi bile bu davranış şekliyle gelişmişti. Bir iş arkadaşıyla yaşadığı gerginlik sonrası (gerginlik bir süredir devam ediyordu), ya ben gideceğim buradan ya o dedi. Bu fikrini birkaç kişiyle de paylaştı. Aralarındaki gerginlik yöneticilerine kadar gitti. Kendisinin arkasında durulmasını ve ona göre suçlu olan diğer kişinin işten çıkartılmasını bekliyordu. Ama işler beklediği gibi gitmedi. İkisi de işten çıkarılmadı. Ve Selin söylediğini yapmak zorunda olduğunu düşündüğünden istifa etmeyi seçti. Kimse arkasından “aferin bak söylediğini yaptı” demedi tabii ki. Ama zaten bunu duymak değildi niyeti, ona göre söylediği gibi davranması gerekiyordu. Kendisine saygısı bunu gerektiriyordu.

Sonradan çok düşündüğü bu olayda şunu fark etmişti. Aslında oradan ayrılmayı zaten istiyordu. Ama bir bahaneye ihtiyacı vardı. Gerginlik, bahanesi oldu. İnsanlara söylemesi ise onu oradan ayrılmaya mecbur bıraktı. Kendine kurduğu bir tezgahtı yani konu. Kararını uygulamak için itici bir güç olarak kullanmıştı bu huyunu.

Yıllar önce bir kitapta okumuştu bunu. Eğer verdiğiniz bir kararı uygulamaktan kaçıyorsanız, kararınızı birilerine söyleyin diyordu kitap. İradeniz kararınızı uygulamaya yetmese de, insanlara söylediğinizi yapmak için kararınızı uygulamak zorunda kalırsınız. O da bunu yapıyordu. Başta işine yarayan bu uygulama bir süre sonra amacını aşmış, verdiği kararlardan dönmesini engelleyen bir katılık haline gelmişti. Esneyemiyor, hatta esneyebileceği fikrini bile taşımıyordu. Çünkü konuyu esneklik olarak görmüyordu.

Dürüstlük, verdiği sözü tutmak, özü sözü bir olmak, güvenilirlik, tutarlılık… gibi pek çok sıfat yerleştirmişti bu davranışlarının altına. Oysa zorlanıyordu. Almak istemiyorum dediği bir çikolatayla ilgili fikrini bile değiştirme hakkını kendine tanımayan Selin, hayatta bu kadar katı olmaktan zorlanıyordu.

Bir süre sonra gideceği psikologla konuşacağı konulardan birinin de bu olacağını henüz bilmiyordu. Hatta sonrasında bu alanı yumuşatmakla ilgili ilk uygulamayı Arzu’nun bir sonraki doğum gününde yaşanan aynı sahnede tecrübe edeceğini de. İstemem dediği ikrama, sonra “vazgeçtim, istiyorum” diyecek ve insanlık için küçük ama kendi için büyük bir adım atmış olacaktı😊 Yumuşamak ona iyi gelecekti.

Esneklik ve katılık doğrusundaki yeni denge noktasını, Selin deneye yanıla bulacaktı. İlk başta belki fazla esneyecek, bilmediği bu alan, üzerine oturmayan bir elbise gibi eğreti duracaktı. Ama zamanla elbise üzerine uygun hale gelecekti.

Zaten hayatın kuralı bu değil miydi, farklı bir şey denemek ve sonra o konuyla ilgili yeni bir denge noktasına gelmek.

Senem Özkan
Ocak 2024

KEDİLER

Haftada birkaç kere uğradığı arka sokaktaki kafedeydi yine. Kafenin sahibi Buse’nin yaptığı, favori tatlısı San Sebastian ve filtre kahvesi önünde halinden gayet memnundu. Yaklaşık 3 ay önce keşfetmişti burayı. İçerideki 5 masasıyla küçük bir dükkandı. Sıcacık görüntüsü ve mis gibi kahve kokusuyla, kısa sürede zaman geçirmeyi sevdiği bir mekan haline gelmişti. Güzel havalarda, içeriye göre daha geniş sayılan arka bahçede oturmayı tercih ediyordu. İki ağacın altına yerleştirilen birkaç masası, kedileri ve bir köpeğiyle bahçe de, en az içerisi kadar sevimliydi.

Bugün hava çok sıcak olmasa da güneşli olduğundan, bahçeyi tercih etmişti. Oturduğu masada kahvesini yudumlarken, az önce kısa süreliğine ona eşlik eden Buse’nin hikayelerini anlattığı iki yeni kediyi seyrediyordu.

Kedilerden biri yaklaşık üç aylık bir yavruydu. Siyah beyaz tüyleri, boncuk boncuk bakan meraklı gözleriyle etrafta koşturuyordu. Boş sandalyelere çıkıyor, hızla inip bir şey görmüş ve kovalıyormuşcasına ağaca doğru koşup tırmanmaya çalışıyor, düşerek yere iniyor, sonra tekrar başka bir yöne koşuyordu. Bitmek bilmez bir enerjisi vardı.

İkinci kedi ise daha büyük bir tekirdi. Ufaklık ne kadar hareketliyse, tekir bir o kadar yavaş ve ürkekti. Bunda yaşından çok, bir bacağının olmaması etkiliydi muhtemelen. İki kedi de veterinerde geçirdikleri bir aylık tedavi sürelerinin sonunda yeni evleri olan bu kafeye gelmişlerdi.

Ufaklığı gülümseyerek, tekiri acıyarak seyrediyordu Selin. Yavaş hareketlerle mama kabına ilerleyen tekir, yine aynı yavaşlıkla mamayı yemeye başladı. O anda az önce çıktığı sandalyeden hızla inen ufaklık, tekirin yanına gelerek mama kabı ile tekirin kafası arasından mamaya sızdı. Sanki birkaç saniye önce tok olan karnı bir anda acıkmış ve yemek sırasında öne geçmişti. Tekirin mamadan uzaklaşmasına üzülen Selin içeriye girip biraz kuru mama istedi ve aldığı bir avuç mamayı tekirin önüne koyarak, mağdur olana kendince yardım etti.

Hareketleri gibi yemek yemesi de hızlı olan ufaklık birkaç dakika sonra mamadan uzaklaşmıştı. Bir sonraki hedefi henüz yemeğe devam eden tekirdi. Koşarak yanına yaklaşıp sataşmaya başladığı kedi yine karnını doyuramamıştı. Ufaklıkla başa çıkmaya çalışıyor, fakat henüz dengesini tam sağlayamadığından sürekli yere yuvarlanıyordu. Uzaklaşıp sakin durmaya çalışırken ardı ardına diğerinin saldırılarına maruz kalıyordu. Onun bu halini gören Selin tekir için daha çok üzülmeye başlamıştı. Bir-iki kere oyun peşindeki ufaklığı ondan uzaklaştırmaya çalıştı.

Kısa süreliğine uzaklaşan yavru kedi, daha sonra büyük bir hızla tekirin yanına koşuyordu. Üstüne atlıyor, boynuna sarılıyor, çelme takar gibi, tek olan arka bacağına hamle yapıp onu sürekli yere düşürüyordu. Tekir o kadar ürkekti ki, boyca kendinden küçük olmasına rağmen ufaklığı uzaklaştıramıyordu. Selin onları seyrederken ürkek olanın yere yuvarlanmalarına o kadar üzülmüştü ki, bir pati atsa da aklı başına gelse şu yaramazın diye düşünmeye başladı. Tekire üzüntüyle başlayan duyguları, önce ufaklığa sinire, sonra kendini koruyamıyor diye tekire kızmaya evrildi. Her zaman huzur bulduğu kafe bugün ona iyi gelmemişti. Hızla hesabı ödeyip kahvesini bile bitirmeden çıktı oradan.

Uzaklaşırken, neden bu kadar sinir oldum ki diye düşündü içinden. Kendini anlamakta zorlandığı günlerden birindeydi muhtemelen.

         *     *    *

Bazen yaşadığımız duygulara anlam veremeyiz, tıpkı Selin’in o gün yaşadığı gibi. Duygularımız bizi ele geçirir ve sürükler. Aşırı tepki verdiğimizi en içlerde hissetsek de ipler bir kere duygulara kaptırılmıştır.

Selin üzgündü, sinirliydi. Ona göre seyrettiği olayda bir mağdur vardı. Tekir kedi güçsüzdü, kendini koruyamıyordu. Bunu görmemek imkansızdı, bir bacağı yoktu, tabii ki güçsüzdü, kurbandı. Kim bilir bacağını nasıl kaybetmişti, ne travmaları, korkuları vardı. Ürkekliği de bundandı zaten. Selin müdahale etmese yemek bile yiyemeyecekti. Tekirin mağdur olduğuna her hücresiyle inanıyordu.

Karşısındaki yavru ise, zorbaydı. Tekirin güçsüzlüğünü görüp kenara çekileceğine onu zorlamayı tercih ediyordu. Aynı düşüncesiz, empati yoksunu insanlar gibiydi. Gücü mağdura yettiğinden onunla uğraşıyor, diğer kedilere yaklaşmıyordu bile. Yavru olması da umurunda değildi Selin’in, nasıl ki bir insan 7’sinde neyse 70’inde de oysa, bu yavru da büyüdüğünde kesin aynı zorbalıkla devam edecekti hayatına. Kendinden güçlü olanların karşısında sesini çıkartmayacak, uslu uslu duracak, ama gücünün yettiğiyle karşılaşınca aslan kesilecekti.

Selin o gün duygularına kapılmak yerine olaya sadece seyirci olarak bakabilse, mağdur ve zorba yerine, güçlenmeye ihtiyacı olan ve güçlendirmeye çalışan diyecekti belki de bu iki kediye. Çünkü hayatın kuralıydı bu, öğretmen ve öğrenci her zaman karşılıklı gelirdi. Bir olayda öğretmen olan bir diğerinde öğrenci olabilirdi. Onun seyrettiği bu anda kendi aralarında tekir öğrenci, ufaklık öğretmendi işte. Selin açısından ise, o an fark edemese de her iki kedi de öğretmendi.

Mağdur olarak gördüğünün güçsüzlüğü tek bacağının olmamasındandı Selin’e göre. Ama yine en içeride biliyordu ki, konu tekirin kendini ve alanını koruyamamasıydı. Sağlıklı bir kedi olarak hayatta kalmak istiyorsa bunu öğrenmeye mecburdu. Yemeğini korumalıydı, vücudunu korumalıydı, enerjisini korumalıydı… Alanına sızmaya çalışanlara karşı güçlü durmayı öğrenmeliydi.

Selin’in duygularının bu kadar alt üst olmasının sebebi işte buydu. Çünkü onun da alanını korumayı öğrenmeye ihtiyacı vardı. Tarık’la ayrılmalarının üstünden 4 ay geçmişti. Henüz kendi mağdur, Tarık zorbaydı onun için. Tarık’a kızgındı.

Kedileri izlerken ufaklığa olan öfkesi, dakikalar içinde kendini koruyamadığı için tekire yönelmişti. Kendi tecrübesinde ise, aslında kızgın olduğunun Tarık değil de, kendini ve alanını koruyamayan Selin olduğunu anlaması ne kadar sürecekti, bilemiyoruz. Belki de bir dahaki gelişinde, güçlendiğini gördüğü tekir, onda bu bilginin ortaya çıkmasına yardım edecekti.

Senem Özkan
Aralık 2023

BEN YAPARIM…

 

Benim yaş grubum “kendi ayaklarının üstünde dur kızım” diye büyütülen bir jenerasyon. “Oku, çalış, her işini tek başına yapabil, ekonomik özgürlüğün olsun” lafları içimize işlemiş durumda.

Hatta bu nasihat o kadar kulağımızda ki, bunları yapmış olsak da yapamamışız gibi hissediyoruz ya da elimizden giderler diye ödümüz kopuyor. Bir kısmımız kendimizi bu vasıflarla tanımlar hale gelmiş durumdayız.

Mesela, hayali bir kahraman yaratalım sizle. Anne-babasının “aman kızım bir mesleğin olsun, çalış, paranı kazan, kimseye muhtaç olma” söylemleriyle büyümüş bir Filiz’imiz olsun.

Filiz ailesinin nasihatlerine harfiyen uymuş, güzel bir meslek edinmiş.  Ekonomik durumu iyi, kendi evinde yaşıyor. Hatta bir süredir bir kedisi var, keyifleri yerinde. Sonra bir gün Filiz aşık oluyor ve evleniyor. Artık Filiz, eşi ve kedisi aynı evi paylaşan yeni bir aile oluyorlar.

Filiz yeni ev düzenine alışmakta biraz zorlanıyor. Çünkü evde her şeyi tek başına yapmaya alışık. Bu işler ona zor bile gelmiyor.

O mutfakta yemek hazırlarken yanına gelip yardım etmek isteyen eşine “ben yapıyorum, yardıma gerek yok” diyor.

Eşi kedinin kumunu temizleyecek oluyor, Filiz “ben yaparım, sen bırak” diyor.

Beraber alışverişe gidiyorlar, eşi poşetleri taşıyacak, Filiz “ben taşıyorum, yardıma gerek yok” diyor.

Gerçekten de yardıma ihtiyacı yok, Filiz bunların hepsini tek başına yapabiliyor.

Atladığı nokta şu; tek başına yapabilme yeteneğine, gücüne sahipken de sorumluluklar paylaşılabilir. İşleri paylaşması bunları tek başına yapamadığı anlamına gelmiyor. Beraber yaşamanın güzelliği paylaşmak.

İhtiyacı olduğundan değil, sadece beraber yapmak için paylaşmak.

Ama Filiz paylaşırsa, tek başına yapma yetisini kaybedeceğini zannediyor. Tek başına ayaklarının üstünde durmayı belki de her gün ispatlaması gereken bir konu olarak görüyor.

Nasıl ki bisiklete binmeyi öğrenmiş biri artık bisiklete binmeyi biliyordur. Bisiklet sürmesi konusunda her gün bunu gösterip bir ispat yapmasına gerek yoktur. Öğrenmiştir ve konu kapanmıştır. Hayatının sonuna kadar aylarca, yıllarca bisiklete binmese de bisiklete binmeyi biliyorum diyebilir. Kendi ayaklarının üstünde durmak da benzerdir. Belli bir süre bunu yaptığınızda konu ispatlanmıştır ve ölene kadar her günü bu ispatla geçirmeye gerek yoktur.

“Ben bu işi tek başıma da yapabilirim ama seninle paylaşmak istiyorum” demek ortak hayat sürmenin gereğidir.

Ama maalesef bizler bu noktayı kaçırıp ilişkilerde her şeyi tek başımıza yapma çabasına girişebiliyoruz. Gelen yardım taleplerini reddediyoruz. Bir yerden sonra da doğal olarak yardım talebi gelmemeye başlıyor. Sonrasında “ben bunları neden tek yapıyorum” diyerek karşı tarafı suçlayabiliyoruz.

Eğer “neden beraber yapmıyoruz?” dedikleriniz varsa, tekrar düşünmekte fayda var…

Sevgilerimle.

Senem Özkan
Ocak 2024

 

İLİŞKİLER ÜZERİNE HARİKA BİR KİTAP

ASLINDA ÖYLE DEĞİL-AYLİN ALGUN

Salı akşamları Kitap Kulübü günümüz.

Aylin Algun’un “Aslında Öyle Değil” kitabını okuyoruz iki haftadır. Kitabı yarıladık.

Toksik ilişkilerle ilgili çok etkili bir anlatımı olan, herkesin kendinden bir parça bulacağına emin olduğum bir kitap. Hayat dediğimiz şey ilişkilerle örülmüş bir kavram. Her birimiz sürekli farklı ilişkiler içindeyiz. İş, okul, ailedeki ilişkiler, arkadaşlık ilişkileri, romantik ilişkiler…

Kitap romantik bir ilişki yönünden bakıyor konuya. Ayça ve Mehmet başrolde. Önce tanışma hikayelerini dinliyoruz. Güzel prenses ve beyaz atlı prens formatında bir girişi var kitabın bu kısmının. Bizi içine çekiyor, kitabın toksik bir ilişkiyi anlattığını bilmemize rağmen içimizi ısıtıyor bu sahneler. Ayça’nın heyecanını hissediyoruz. Ama hikaye ilerledikçe duygu ve düşüncelerimiz değişmeye başlıyor. Hatta bazı yerlerde sinirleniyoruz. Bazen Mehmet’e kızıyoruz nasıl böyle saçmalayabilir diye, bazense Ayça’ya. Ayça’ya kızma sebebimiz yaşadıklarına gerekli tepkileri vermemesi, kendinden şüphesi, suçluluk duygusu, sınırlarını koruyamaması…

Kitap Kulübünde üzerinde konuştuğumuz konulardan birkaçını paylaşmak istiyorum sizlerle de. Bu tarz paylaşımların değerli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizler Ayça ve Mehmet’i konuşurken aslında kendi ilişkilerimize de bakmış oluyoruz. Sadece bir hikaye okumuyor, bizde durum ne diye sorguluyoruz. Fayda sağlaması dileğiyle…

  • Mehmet, ilişkinin başlarında Ayça’nın geçmişi ile ilgili çok fazla soru sorup bilgi toplama çabasında. Sorularına cevap alırken kendince yorumlar yapmaktan da geri durmuyor. Ayça ise soruların bir kısmının fazla detay olduğunu fark etmesine, yorumlardan rahatsız olmasına rağmen, rahatsızlığını ifade etmek yerine, aralarında kurulduğunu düşündüğü uyumu bozmamak adına susmayı tercih ediyor.

Burada kitaptan ufak bir alıntı yapalım.

Ayça’nın eski sevgilisiyle ilgili bir sohbet an’ı (s.64):

“Bütün yaz sende mi kalıyordu yani?” diye soruyor. Tonunun hafifçe gerginleştiğini, sanki sorgular gibi bir hal aldığını fark ediyorum.

“Hayır, biz Ela’yla (kızı) o evde yazları beraber kalırız, annem de müsait oldukça kalır. Ahmet teknesinde kalıyordu.”

Mehmet’in gözlerinde çakan şimşekleri görüyor gibiyim. Gözlerinde sanki öfke fark ediyorum ama bir anlam veremiyorum. Belki de kıskanç biri…

“Tam bir züppeymiş yani,” diyor söylenir gibi sesini iyice kısarak. Şaşırıyor ve duraksıyorum.

“Yani onun da kendine göre zor huyları vardı ama… Varlığını yoğun çalışma ve gayretle kazanmış biriydi,” diyorum çekinerek.

“Bırak Allah aşkına öyle şımarık herifleri savunma bana,” diyor, bastırmaya çalıştığı hınç sesinde seziliyor.

Onunla ilgili hiçbir deneyimi olmadan, onu hiç tanımadan nasıl böyle düşmanca yargılayabiliyor? Aslında rahatsız oluyorum ama aramızdaki uyumlu akışı bozmamak için içimdeki insani sesi susturmayı seçiyorum.

Bir ilişkinin içinde belki de önemsiz bir detay gibi görülebilecek bir an. Ama konu önemli. Çünkü bir sınır ihlali var.

Okullarda çocukları akran zorbalığıyla ilgili bilinçlendirmeye çalışıyorlar son yıllarda. Biz yetişkinler de sınır ihlalleriyle nasıl başa çıkacağımızı öğrensek harika olur, gerçek yetişkinliğe bir adım daha yaklaşmış oluruz muhtemelenJ

Bu sahnede, Ayça diyalogdaki sıkıntıyı fark etmiş olmasına rağmen içinden gelen tepkiyi vermiyor. Çünkü uyumsuz ve sorun çıkaran taraf olmak istemiyor. Uyum sağlamanın iyi bir davranış olduğunu öğrenmiş durumda çünkü.

Bazen uyumsuz ya da oyun bozan olmayı, onaylanmamayı, beğenilmemeyi göze almak bize bir şeyler kaybettirecek zannediyoruz. Ama durum tam tersi, kaybetmeyeyim diye susarken farkında olmadan kaybediyoruz. Kazanmanın yolu ise kaybetmekten korkmadan kendini ortaya koyabilmek oluyor çoğu zaman.

  • Her ilişkide olduğu gibi Ayça ve Mehmet de karşılıklı olarak birbirinden besleniyor tabiki. Bir alışverişteler bir anlamda. Ayça prenses gibi hissetmeyi, değer görmeyi, mükemmel olduğunu duymayı satın alıyor. Mehmet’se güçlü olduğunu hissediyor, bir kadının gözünde kahraman rolüne bürünüyor.

Herhangi bir alışverişte bile aldığımıza karşı ödediğimiz bedelin ne olduğuna bakarız. Fayda-maliyet analizi yaparız. İlişkilerde de aldığımıza karşılık ödediklerimize bakmakta fayda var.

Mehmet’le ilişkisinde Ayça’nın aldıkları vardı, ama bunlar ona pahalıya patlıyordu. Çünkü karşılığında özgüveni, gerçeklik algısı, insanlık onuru gibi değerleri zarar görüyordu. Ve bunlar ödenen büyük bedellerdi.

  • Konuştuğumuz önemli başka bir konu da olgunlaşmış ve olgunlaşmamış sevgi kavramlarıydı. Yine kitaptan bu konuyla ilgili birkaç alıntıyla devam edelim (s. 139-140)

Olgunlaşmamış sevgi, “seni seviyorum, çünkü sana ihtiyacım var” der. Olgunlaşmış sevginin söylediği ise “sana ihtiyacım var, çünkü seni seviyorum’dur.” Erich Fromm

Olgunlaşmamış sevginin önceliği, tahsilatçılıktır. İçimdeki boşluğu, geçmişimden taşıdığım duygusal açlığı öteki üzerinden doyurmaya çalışırım.  

Olgunlaşmamış sevgide, öteki aslında nesneleştirilmiştir. İhtiyaç karşılamak üzere bir objedir, bir araçtır. Oysaki her insan eşsiz ve biriciktir. Ancak olgunlaşmamış sevgide böyle bir temel yoktur. İhtiyaçları karşılayan herkes diğerinin yerini alabilir.

Olgunlaşmış sevgide kimse, kimsenin yerini tutamaz. İlişki, tarafların insani biricikliği görülerek ve onurlandırılarak yaşanır.

Karşı tarafın eşsizliğine ve biricikliğine saygıyla yaşanan olgunlaşmış sevgide, karşı tarafı değiştirme, kısıtlama, sınırlama savaşına girilmez. Onu, olduğu haliyle kabul ederek ilişkiye başlanır.

Biz bu bölümdeki tanımların ne kadar ütopik olduğunu konuştuk açıkçası. Teoride kulağa harika gelen ama pratikte ne kadar yaşandığı tartışılır olan hususlar olarak yer buldular bizde. İlişkilerde ne kadar kör topal ya da el yordamıyla ilerlediğimizi düşündürdü bu satırlar.

İlişkiler çoğumuzun yaralı konusu. Kitap Kulübümüzün okunmasını ve üzerinde düşünülmesini kesinlikle tavsiye edeceği kitaplarından biri oldu “Aslında Öyle Değil.”

Siz de ilişkiler konusunda kendinize bakmak isterseniz alınız, okuyunuz, üstüne düşününüz 🙂

Sevgilerimle.

Senem Özkan
Ocak 2024

KIRMIZI MONT

 

Hayatında ilk defa kırmızı bir montu oldu. İnternetten sipariş verdiği mont az önce gelmişti. Bu aslında ikinci gelişiydi. Bir öncekinin bedeni küçük gelince, iade edip bir beden büyüğünü almıştı.

İkisi arasında sadece beden farkı değil, fiyat farkı da vardı. Beklemediği bir indirim sebebiyle, ilkine göre %30 ucuza almanın gururu içinde paketi heyecanla açtı. Modelini ve rengini çok beğendiği için montu “inşallah bu olur” düşünceleriyle denedi. Bedeni güzel, kol boyu da iyi. Cepleri fermuarlı, onları açıp bir de eller cepte baktı aynada kendine. Harika. Bu sefer oldu galiba derken önünü kapatıp bakayım diye fermuarını kapattı. Off olamaz, fermuar takılıyordu. Bilirsin, şişme montlarda bazen olur, fermuarı kaparken kumaş sıkışır ve o kumaşı aradan çıkarmadan fermuarı hareket ettiremezsin. İşte bu montta da durum buydu, dikişinde bir hata vardı.

Fermuarı açıp kapatmayı birkaç kere denedi. Takılıyordu. Ama yine de montu beğendiği ve fiyatı da uygun olduğundan iade etmek istemedi. Acaba bu haliyle idare edebilir miyim diye geçirdi içinden. “N’olucak, önünü kapamadan giyerim” dedi. Sevdi ya, ayrılmak istemiyordu. Kararsız kalmıştı, daha sonra karar vermek üzere montu kenara bıraktı.

Ertesi güne kadar daire girişindeki askılıktan ona baktı mont. Rengi gerçekten çok güzeldi. “Aman iade etmeyeyim, kullanırım” dedi.

Aynı gün onu ziyarete gelen arkadaşı Esma’nın karşısında, üzerinde kırmızı montuyla duruyordu şimdi. Onun da fikrini almak istemişti. Esma da beğendi. Bu arada fermuarı yine denedi. Her seferinde takılmıyordu aslında. Düzelir umuduyla takılan yeri biraz çekeleştirdi. Kapattı, sorun yok. Tekrar açtı, kapattı, açtı, kapattı sorun yok. Sevinçle “oldu mu yoksa?” dedi. Bir sonrakinde yine takıldı, olmamıştı. “Ütüyle düzeltebilir miyim acaba? dedi. “Astar kesin yapışır ütüye, yakarım, çöp olur mont” diye ekledi hemen arkasından. “Vazgeçiyorum. İade edeceğim galiba.”

Esma kendisinin de böyle bir montu olduğunu, yıllardır kullandığını söyledi. Montu iade etmeyip böyle kullanması için duymaya ihtiyacı olan destek de gelmişti. Üstünde montla tekrar baktı aynaya. “Gerçekten güzel. Galiba iade etmeyeceğim.” dedi.

Sonra tekrar fermuarı açıp kapamaya devam etti. Çocukluğunda ondan daha büyük kuzenlerinden sıkça duyduğu bir reklam repliği vardı. Hatırladığı kadarıyla Artema musluk reklamlarıydı. “Açıyoruz, kapıyoruz, açıyoruz, kapıyoruz, biz bunu hep yapıyoruz” diyerek kendi aralarında gülüşürlerdi. O replikte takılı kalmış gibiydi iki gündür. Musluk değil de fermuar açıp kapatıyordu sürekli. Artema musluk sorunsuz açılıp kapanıyordu muhtemelen, ama onun fermuar iki kere takılmıyorsa üçüncüde takılıyordu. “İade edeceğim galiba.” dedi.

Sonra tekrar iyi bir seri yakaladı fermuarda. Arka arkaya 5-6 kere sorunsuz kapandı. Ümitlendi o anda. Uğraştıkça düzeliyor galiba diye düşünmek istedi.  Sonra arkadaşına söylediği şu cümleyi duydu, “zamanla düzelir belki”. Ve o anda fark etti ağzından çıkan cümleyi. Birkaç gün önce verdiği karar geldi Selin’in aklına, “olmayanı oldurmaya çalışmayacağım artık, bırakacağım.” demişti. Boş sabun şişesini atmakla konu halloldu zannetmişti ama yanılmıştı. O an, kesin olarak montu iade etmeye karar verdiği andı işte. “Bu son kararım” dedi içinden. Sistem Selin’in bırakma konulu hanesine bir tik daha ekledi.

  *     *     *

Verdiğimiz kararlar sonrası sistem tarafından sınanırız. Yani karar almamız yetmez, dersin geçilmesi için onu davranışlarla desteklememiz beklenir. Bunu yapamazsak, farkındalıklarımız, hatırladıkça bizi gülümseten ya da arkadaş sohbetlerinde anlatarak bizim de sesimizin duyulmasını sağlayan konular haline gelirler. Okuma niyetiyle alınıp rafa kaldırılan ve asla okunmayan kitaplara dönüşürler. O kitap bende var denir, ama var olduğu yer sadece kitaplığımızdır, hayatımızda yer bulamamıştır ve dolayısıyla ondan faydalanamamışızdır.

Birkaç gün önce sabun şişesini çöpe atan Selin de “konuyu fark ettim, bitti” deseydi, bugün ağzından çıkan “zamanla düzelir belki” cümlesini duyamayacaktı. Ama neyse ki duydu. Bu cümle, başkasının ağzından çıkmış gibi kulağına ulaştı ve aynı anda çok tanıdık geldi. Bu tanışıklık nerden diye ufak bir sorgu çalıştı kafasında ve cümleyi Tarık’la ilişkisinde ne kadar çok kullandığını hatırladı. Aynı anda da konunun mont değil, olmayanı oldurmaya çalışmak olduğunu idrak etti.

Günlerdir gözü kendi üstündeydi Selin’in. Cümlelerine dikkat ediyor, kararlarını neye göre aldığını sorguluyor, hareketlerini ve karar mekanizmalarını gözden geçiriyordu. Yani kendi kendini gözlemliyordu. Ve işte bu çabası sonucu, kim bilir hayatının daha hangi kısımlarına işlemiş olan “zamanla düzelir belki” cümlesini yakalamıştı. Demek ki bırakamamasının bir sebebi de buydu. O an için memnun olmadığı bir konunun zamanla düzeleceği ümidi.

Peki Selin neden böyle bir ümit taşıyordu. Bu ümidi canlı tutmaya onu iten neydi? Mont örneğinden gidersek,

  • Onu aramış bulmuş, satın almış ve günler sonunda eline ulaşmıştı. Yani o mont için bir emek vermişti ve iade etmeyi emeğinin boşa gitmesi olarak hissediyor olabilirdi. Tekrar emek vermekten kaçıyor, en baştan başlamak istemiyordu belki de.
  • İade ederse yıllardır istediği ve sonunda kavuştuğu bir şeyi kaybedeceği hissini yaşıyor da olabilirdi. Sahip olduklarını kaybetmekten kaçınıyor, belki de korkuyordu.
  • “Kırmızı montum mutlaka olmalı, herkesin kırmızı bir montu olmalı” gibi bir inanca sahip de olabilirdi. Bu inanç sebebiyle montu iade etmek ona kendini eksik hissettirecekti belki de.
  • Satın alabileceği diğer güzel ve sağlam kırmızı montlara erişimini bu montla engelliyor da olabilirdi. Sağlam ve rahat kullanabileceği bir montu hak etmediğine inanıyordu belki de.

Selin’in montu iade etmeme isteğinin ardında bu ve bunun gibi birçok sebebi olabilirdi. Sebepleri net olarak bilemesek de ortaya çıkan sonucu değiştirmekle ilgili bir çabası olduğunu biliyoruz.

Montu iade etmemek için büyük bir istek duysa da yeni aldığı monttan vazgeçmenin ona iyi geleceğini hissediyordu. Kolay olanı, alışık olduğunu yapmak (kusurlarıyla montu kabullenmek) yerine, kendisini zorlayacak olan yeni davranış kalıbına (montu iade etmeye) geçmeyi seçmişti.

Sahip olduklarından vazgeçemeyen Selin’den,
Sahip olduklarını bırakmakta zorlanan Selin’e dönüşmenin sancılarını yaşayacaktı bir süre daha. Zaman geçtikçe zorlanmaları azalacak, yeni davranış kalıbı artık o kadar da yeni gelmemeye başlayacaktı. Acemiliğini üzerinden atacaktı. Hatta bir yerden sonra bırakmak ona kolay gelmeye başlayacaktı. Ve işte o gün yeni bir Selin tanımı oluşacaktı.

Sahip oldukları işine yaramıyorsa, kolayca bırakan bir Selin’in doğuşu olacaktı o gün.

Senem Özkan
Aralık 2023