O gün ofisten arkadaşı Arzu’nun doğum günüydü. Öğlen hep beraber yemek yemiş, iş arkadaşları olarak aldıkları doğum günü hediyesini vermişlerdi.
10 kişilik bir çalışma ekibiydi onlarınki. Kurumsal bir şirketin ufak bir departmanıydılar. Çalıştıkları açık ofis katı, yaklaşık 80 kişinin çalıştığı, farklı işler yapan ekiplerden oluşuyordu.
Öğleden sonra Arzu kendisine gelen çikolata kutusunu masalar arasında gezdirip herkese ikram etti. Selin istemediğini söyleyip teşekkür etti. Ama sonra yanındaki arkadaşının çikolatayla ilgili övgülerini duyunca almadığına pişman oldu.
Arzu 3 masa ilerideydi henüz. Seslenip “Arzu, övgüler kararımı değiştirdi, ben de alabilir miyim” diyebilirdi, ama demedi. Bir kere almayacağını söylemişti çünkü. Eve giderken kendime çikolata alırım diye düşündü.
Selin böyleydi. Bir şey söylediğinde ondan vazgeçme hakkını kendine tanımazdı. Konu basit bir ikram bile olsa cevap verilmişti ve değiştirilemezdi onun için.
Oysa ne kadar kolaydı, “Arzu’cum vazgeçtim, bir tane alabilir miyim?” demek. Başka biri bunu yapsa hiç garipsemez, “tabii ki alabilirsin” derdi keyifle. Ama konu kendi olunca işler değişiyordu.
Belki de kendi yapınca tutarsızlık olarak görüyordu karar değiştirmeyi.
* * *
Selin’in kendine uyguladığı kurallarından biriydi bu. Söz ağızdan bir kere çıkardı. Çikolata istemem dediyse, istiyorum diyemezdi arkasından.
Bu her konuda geçerliydi. Mesela, bir önceki işyerinden ayrılma hikayesi bile bu davranış şekliyle gelişmişti. Bir iş arkadaşıyla yaşadığı gerginlik sonrası (gerginlik bir süredir devam ediyordu), ya ben gideceğim buradan ya o dedi. Bu fikrini birkaç kişiyle de paylaştı. Aralarındaki gerginlik yöneticilerine kadar gitti. Kendisinin arkasında durulmasını ve ona göre suçlu olan diğer kişinin işten çıkartılmasını bekliyordu. Ama işler beklediği gibi gitmedi. İkisi de işten çıkarılmadı. Ve Selin söylediğini yapmak zorunda olduğunu düşündüğünden istifa etmeyi seçti. Kimse arkasından “aferin bak söylediğini yaptı” demedi tabii ki. Ama zaten bunu duymak değildi niyeti, ona göre söylediği gibi davranması gerekiyordu. Kendisine saygısı bunu gerektiriyordu.
Sonradan çok düşündüğü bu olayda şunu fark etmişti. Aslında oradan ayrılmayı zaten istiyordu. Ama bir bahaneye ihtiyacı vardı. Gerginlik, bahanesi oldu. İnsanlara söylemesi ise onu oradan ayrılmaya mecbur bıraktı. Kendine kurduğu bir tezgahtı yani konu. Kararını uygulamak için itici bir güç olarak kullanmıştı bu huyunu.
Yıllar önce bir kitapta okumuştu bunu. Eğer verdiğiniz bir kararı uygulamaktan kaçıyorsanız, kararınızı birilerine söyleyin diyordu kitap. İradeniz kararınızı uygulamaya yetmese de, insanlara söylediğinizi yapmak için kararınızı uygulamak zorunda kalırsınız. O da bunu yapıyordu. Başta işine yarayan bu uygulama bir süre sonra amacını aşmış, verdiği kararlardan dönmesini engelleyen bir katılık haline gelmişti. Esneyemiyor, hatta esneyebileceği fikrini bile taşımıyordu. Çünkü konuyu esneklik olarak görmüyordu.
Dürüstlük, verdiği sözü tutmak, özü sözü bir olmak, güvenilirlik, tutarlılık… gibi pek çok sıfat yerleştirmişti bu davranışlarının altına. Oysa zorlanıyordu. Almak istemiyorum dediği bir çikolatayla ilgili fikrini bile değiştirme hakkını kendine tanımayan Selin, hayatta bu kadar katı olmaktan zorlanıyordu.
Bir süre sonra gideceği psikologla konuşacağı konulardan birinin de bu olacağını henüz bilmiyordu. Hatta sonrasında bu alanı yumuşatmakla ilgili ilk uygulamayı Arzu’nun bir sonraki doğum gününde yaşanan aynı sahnede tecrübe edeceğini de. İstemem dediği ikrama, sonra “vazgeçtim, istiyorum” diyecek ve insanlık için küçük ama kendi için büyük bir adım atmış olacaktı😊 Yumuşamak ona iyi gelecekti.
Esneklik ve katılık doğrusundaki yeni denge noktasını, Selin deneye yanıla bulacaktı. İlk başta belki fazla esneyecek, bilmediği bu alan, üzerine oturmayan bir elbise gibi eğreti duracaktı. Ama zamanla elbise üzerine uygun hale gelecekti.
Zaten hayatın kuralı bu değil miydi, farklı bir şey denemek ve sonra o konuyla ilgili yeni bir denge noktasına gelmek.
Senem Özkan
Ocak 2024